Pırıl pırıl bir güneş, mevsimle alay edercesine sallanıyor tepede. Kışın tam ortasında, parlak güneşle inatlaşan, titreten bir soğuk, esir almış bedenleri. İşte tam da böyle bir havada, İstanbul’un nazlı ve vakur kızı Bağdat caddesinde dingin adımlarla yürürken, Göztepe ışıklarının az ilerisinde, ne zaman önünden geçsem, içeri girmekten kendimi alamadığım, masal dünyasını andıran vitrininde kalakaldığım, rengarenk çikolataların, süslemelerin, objelerin arasından çıkamadığım Nobel’le göz göze geldim ansızın; Her daim ayakta durabilmiş, parlayan bir yıldız olmasına rağmen mütevaziliği içine sindirebilmiş ve elindeki sihirli değnekle dokunduğu her şeyi sanata çevirebilmiş Leyla sultanın göz alıcı mabediyle… Hayalleri olan, hayallerini geçekleştiren ve gerçekleşen her hayalinden sona yeni bir hayalle yaşama sıkı sıkı tutunan bir kadının tırnaklarıyla yarattığı bu küçük cennet, her seferinde içimi açıp, hayallerimi dürtüyor. Bu kez başka bir renk daha yansımış Nobel’in üstüne. Gökkuşağının yedi renginin ardına, bir renk daha dizilmiş adeta. Bir yaz akşamı, çok keyifli bir sohbetle tanıştığım, müthiş pizzalarını hala unutamadığım ve kendimi İtalya’ya pizza yemek için gelmiş New Yorklu bir turist gibi hissettiğim, bir anlığına bulunduğum zamanın ve ülkenin sınırlarından kopup gittiğim Olivia’s Pizza… İtalya’nın efsaneleşen pizza kültürüne meydan okuyan, hayalleri olan, istediği şeylerin peşinden koşan bir girişimci Turgut Kağıtçı… Annesi Leyla Sultan’ın, dokunduğu her şeyi sanata çeviren yaratıcılığını, o da inanılmaz pizzalarına serpmiş tutam tutam. Sadece İtalyan pizzalarını yiyerek büyümüş bir neslin ardından, New Yok usulü odun fırını pizzasıyla tanıştırdı bizleri. Tadıyla, kokusuyla ve hatta evlere dahi almaya çoğu zaman kıyılmayan pahalı, Emmantel peyniriyle bambaşka bir damak tadı yaratmış bu işine, eşine, ailesine ve hayallerine tutkun adam. Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla eş zorlukla, klasik İtalyan mutfağının dışına çıkan kalıbıyla, Amerikan usulü pizzayla vitrine çıkan, bir günde dükkan tutup pizza yapılmaya başlanan Olivia’s Pizzanın, tatlarında ve pizzalarında tek bir handikap var; Pizzaların üzerinde parlak hayaller, çılgın fikirler ve geleceğe dair ümitler Marine edilip servise hazır hale getirilmiş. İlk dilimde, gözünüzü kapayıp hayal kurmayı unutmayın, ben öyle yaptım… Hayal demişken… Sahi hayal kurmak, ne kadar az kullanılan bir cümle oldu günümüzde. Oysaki en önemli olayımızdı, küçüklüğümüzde, gençliğimizde. Pembeleşmiş ufka bakıp denizde, güneşin batışını izlerken sevgiliyle, yıldızlarla dolu gecede, onları seyrederken gökyüzünde, hep hayaller kurulurdu keyifle ve ümitle. Hayallerin gerçekleşmesinden çok, onların gerçekleşebilme ihtimaliydi belki de mesele. Küçüklükte gülüp geçilen, gençlikte üstüne düşülmeyen, ileride de unutulup giden hayaller… ‘Dehanın yüzde doksanı hayal, yüzde onu alın teridir’ demiş, Albert Einstein. Çünkü bilgi sınırlıdır yeryüzünde, hayal ise sonsuz. Bembeyaz bir tuvalden ibaret, düşün dünyası, hayal paletleriyle rengarenk boyanabilir. Çünkü orası, tamamen özgür olunan, belki de ruhun serbest kaldığı tek alandır. Hayal kurmak, hayatın ta kendisi… Hayal kuramayanlar, bir şekilde hayatta kalanlar ama asla yaşamayanlardır. Oysaki orası, hoyrat bir tekme savurarak hayata, destursuz girilebilen belki de tek dünya. İşte ondandır ki, belki de okullarda ‘hayat bilgisi’ dersinden önce ‘hayal bilgisi’ okutulsa, fark yaratılabilir aslında. Hayal kuran insanlar, hayatı damarlarına zerk edilmiş şekilde yaşarlar. Umutları, insanlıkları ve hala yapacak işleri vardır. Gençtir ruhları, yılları devirseler de, parlaktır yürekleri, hüzünle örselenseler de… Hayal kurmak, sınırsız zevklerin en ucuzu, hatta bedavası… Kimi zaman hayal etmek kendini sevdiğinle, bazen zirvesini eteğine dökmüş dağların tepesinde, zenginlikte, şan da şöhrette…Köşeli cümleler kurmaktan uzaklaşıp, serbest bırakmak tüm esirlerini beynin, mahkum oldukları cendereden. Hayatın, huzur, mutluluk, sağlık, başarı, dostluk, aşkla ayrılmış renkli sicimlerini, fırfırlı bir tokayla tutturmak, gerisini perçem perçem bırakmaktır omuzlardan… Hayalleri, buzdan olanlar da vardır; Soğuk, donmuş. Katı şekillere bürünmüştür hayat onlar için, buzdan yapılmış hüzünlü heykellerle. Umut kırıntıları, kırılmışlıkların avuntuları, avuntuların sessiz hıçkırıklıklarla yükseldiği feryatları. Onlar için yapılacak tek şey ateşle yaklaşmamaktır, çünkü zaten eriyeceklerdir. Akla hayale sığmaz denir, ufku aşan hayaller için. Bu söz, sığdırmayı bilmeyenlerindir. Çünkü kurulan hayal ne kadar büyük ve derinse, onu gerçekleştirme inancı da o kadar yoğun olacaktır. İlkokuldayken, bir kompozisyon yazmamız istenmişti. Hayallerimizi yazacaktık. Yazmaya başladım, olabilecek, olamayacak, rengarenk bir sürü hayalimle yüzleştim. Sonra bir an durdum ve abarttığımı düşündüm. Gerçekleşmesi imkansız bir sürü hayalimden çekindim. Hemen bir silgi alıp silmeye başladım yazdıklarımı. O sırada öğretmen gelip ne yaptığımı sordu. Ben de hayallerimi abarttığımı, olmayacak hayalleri yazmamın gerek olmadığını düşünüp sildiğimi söyledim. Durdu bir an ve elimdeki silgiyi usulca aldı. “Sakın silme, onlar sana ait özgürlük alanın, hayal et ki, yaşadığının farkına var. Ve unutma ne kadar büyük şeyler hayal edersen, daha küçüklerine o kadar ulaşma şansın olur”… Küçük bir kız çocuğu olduğum o zamandan beri, aklımdan bir hayal tutup ikiyle çarpıyorum hala. Çıkan sonuca umut ekleyip paylaşıyorum etrafla. Bir şeyi kırk kere söylersen olur misali, evrene gönderiyorum mesajla. Ve ‘iletildi’ mesajını bekliyorum, azalmayan bir heyecanla. Ne de olsa benim hayallerim, kimse karışamaz onlara… Gökyüzündeki yıldızlara ulaşmak o kadar da zor değil aslında, normalden biraz fazla zıplamak gerek o kadar; Biraz daha zıplayıp hayallere tutunmak… Cansen Erdoğan