Tam altı ay sürdü…
Altı yıllık hayalim, altı ayda gerçekleşti ve bir hayatı anlattım, yaşamadığımı yazarak, dinlediğimi unutmayıp satırlara yayarak…
Dolu dolu yaşanmış bir hayatı, bu hayatı birlikte yaşayanlara anlatarak…
Bir hayatın belgeselini, bu hayatı hakkını vererek yaşamış babama armağan olarak sunarak…
Ve sözcüklere dökerek hazırladığım, seyrederek yaşadığım bu hayatı izlerken, yetmiş yılın, yetmiş dakikaya sığdırıldığını görünce balyoz gibi inen gerçekle sarsıldım;
Zaman hızla geçip gidiyor, peki bizler ne yapıyoruz…
Genelde çalışıyoruz, çoğu kez çalışmaya çalışıyoruz.
Kimi zaman çalıştırıyoruz , bazen de çalıştırılıyoruz.
Hedefe kitlenmiş mekikler, sırtına pervane takılmış bedenler gibi dümdüz ilerliyoruz.
Öylesine kitlenerek dümdüz ilerliyoruz ki anayolda, tali yoldaki güzellikleri, sağa sola ayrılan sapaklarda açan çiçekleri görmüyoruz bile.
Amaç belli; bir şeylere ulaşmak, daha iyisine sahip olup en iyisi olmak.
Bunun için de sonsuz bir gayretle çırpınıp çabalarken, hayatı ucundan tutarak yaşamak, başka deyişle tam ortasından ıskalamak…
Hep bir hedef vardır; ya okul bitirilecek, sınavlar verilecek, proje teslim edilecek, şan, ünvan, elde edilecek, zam, terfi, kıdem temin edilecektir.
Tuhaf bir ironidir ki ne bunlara ulaşan mutludur tamamen ne de ulaşamayan.
Ulaşamayan, deneyecektir defalarca, umursamadan hızla geçen hayatına.
Ulaşan, yeni hedefler peşindedir, dikmiş gözünü tepelere, yürümektedir.
Bu arada gerçek aşk, kapıyı çalmış, o hengamede kimse işitmemiş, o da bir daha gelmemek üzere, basıp gitmiştir.
Çocuklar büyümüş, büyükler ölmüş, zevkler sönmüş, hayat verdiklerini geri almak üzere geri dönmüştür.
Oysaki ziyan edilen bir ömür, mutsuz bir yürek, bozulan sıhhat dışında pek de bir şey kalmamıştır elde avuçta…
Enteresandır ki yetmiş yıllık bir hayatın belgeselinde, sahip olduğu her şeyi çok çalışarak kazanmış bir adamın iş ve çalışma hayatı, çok az yer tuttu.
Asıl yer tutan, dostların söyledikleri, eşrafın sözleri, hobilerin çeşitliği, sosyal hayatın zenginliğiydi.
Hayatı hakkını vererek yaşamanın, tadını sonuna kadar çıkarmanın sembolü yaşanmış anılar, unutulmaz anekdotlar ve hatırlandığında hala gülümseten zamanlardır.
Zaman zaman şöyle bir geriye dönüp bakıldığında anımsananlar, maaşa zam yapıldığı, terfi edildiği anlar yada kazanılan paranın avuçlarda hissettirdiği sıcaklık değildir.
Kurulan bir hayalin geçekleşmesi, dostlarla yaşanan kah komik, kah hüzünlü anıların mevcudiyeti, bu anıların yad edilmesidir, gerisi hikayedir…
Elbette ki çalışmak şarttır.
Çalışma zarureti, tüm kutsal kitaplarda yazıldığı gibi, hayatın da olmazsa olmazıdır.
Necip Fazıl Kısakürek’in de dediği gibi; ‘Tomurcuk derdinde olmayan tek ağaç, odundur.’
Ağaç yaşken eğilecek, sonra çalışıp büyüyecek tomurcuk verecektir.
İnsanlar meyvelerini yiyecek, gölgesinde dinleneceklerdir.
Hayalleri olmalı insanın; sıkı sıkı sahip çıktığı inandığı, uğrunda çalışıp çabaladığı.
Çalışmasını bir temele dayandırıp meşrulaştırdığı.
Böylece de hayat yanından usulca geçip giderken ve canını acıttığında geçerken, en azından hayallerim gerçekleşti diye çok da hayıflanmadığı…
Ama bu hayaller, dostlarla paylaşılacak zamanlardan, çocuğunun büyümesini kaçırmaktan, aşk kapıyı tıklatınca, onu yok saymaktan daha önemli olmamalı.
Sevgiliyle birlikte izlenen güneş batımlarının sayısından çok olmamalı, masa başında geçirilen zamanların sayısı, sevdiklerinle gidilen tatillerden, uzun masalarda, dostlarla yenen yemeklerden daha önemli olmamalı mesai saatleri, proje teslimleri…
Unutmamak gerekir ki, hayat her şeyin bedelini ödetir kesinlikle, ondan aldıklarınızı geri ister bir şekilde.
Siz olmasanız bile, ailenizden birileri, eşiniz, dostunuz, çocuğunuz, çevreniz, sevgiliniz, bileri mutlaka ödeyecektir bu bedeli; kendi namına, sizin hesabınıza.
Sizin ise bedeniniz oralarda bir yerde olsa da, ruhunuz çoktan karışmıştır kayıplara…
Hayatlar vardır yaşanan…
Fakr-ü zaruret içinde oradan oraya koşan, işi ile evi arasında mekik dokuyan insanlardan ibaret.
Kısır döngünün rutin sarmalına kapılmış, ıskalanmış bir hayatın figüran oyuncuları.
Hani bir film platosunda, üç beş kuruş gündelikle, sıranın bir gün kendilerine geleceğine inanan figüranlar vardır ya, aynı onlar gibi.
Belki bir gün sıra da gelir onlara, bu kez de saçlarda bitmiş beyaz teller, yüzdeki derin çizgilerle esas kız-esas oğlan olunamayacaktır oysa…
Ve Oscar, hiçbir zaman figuran oyunculara verilmemiş, verilmeyecektir.
İnanmak güzeldir geleceğe, ümitlerdir yön veren, aldığımız her nefese ve çalışmak şarttır ayakta kalabilmek için hayat denen şu kocaman kafeste.
Ama nereye kadar….
Cevabı, sağ elinizi kalbinizin üstüne usulca koyduğunuzda, atan nabız sayısına gizli, hayatı ne kadar derin yaşadığınızla ilintili….
Yanıtı bilinemeyen sorular vardır, yüzyıllardır…
‘Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan’ örneğin...
Bunun cevabını, hazır beklemişken bu kadar, biraz daha bekletin ve biraz da şunu düşünün;
Yaşamak için mi çalışmak, yoksa çalışmak için mi yaşamak…
yada;
Hayat mı çalışmak, çalışmak mı hayat…..
Hadi bakalım….