Nasıl bir enerjidir çevremizde varolan ve bizi sorgusuz sualsiz esir alan… Malum dokuz günlük bir bayram tatilini geride bıraktık ve kaldığımız yerden devam ediyoruz hızlı tempoya... Gündelik hayatın koşturması sırasında fark edemediğim birçok şeyi fark ettim ben de, evde dinlendiğim bu haftada. Pencerenin önünden akıp giden zamana tutunmadan, akıp giden zamanı izledim, pencerenin arkasında… Bir rutine bağlamış gidiyoruz işte; kimimiz işinde, gücünde, kimimiz akşama yemek yetiştirme derdinde. Kimimiz masada, bilgisayar başında, kimimiz dışarıda, yolda, koşturmacada. Ama tablo aynı; Picasso’nun resimlerinden fırlamış tuhaf, nereye baktığı belli olmayan mutsuz, sürrealist yüzler, yorgun bedenler, saçlarda vaktinde çok önce biten teller ve öylesine geçip giden günler… O veya şu nedenle sürekli ertelenen planlar, ihmal edilen dostlar, büyüyüşü kaçırılan evlatlar, hızla akan aylar, yıllar var elde avuçta. Hep bir şeylerin bitmesi, hazır edilmesi veya elde edilmesi gerekiyor bunları yapmak, yakalamak, peşinden koşmak için. Oysaki hayat, ne hayallerin ertelenmesi için yeterince uzun, ne de bu hayalleri gerçekleştirebilmek için yeterince kısa… Son günlerin, cenazelerin, belgesellerin en popüler deyişi; ‘hayatı, dolu dolu yaşamak’… Argo jargonda; ‘it gibi çalışıp insan gibi eğlenmek’ olsa gerek. Yada daha salon ağzıyla; ‘kafayı çalıştırmak kadar yüreği dinlemeyi de bilmek’… Hem mütevazi planlar yapmalı, hem de büyük hayaller kurmalı… Dışarısı buz gibi soğukken evden gelen cevizli kek kokusunu hayal etmek mesela. Şömine başında sohbet etmek dostlarla, mısır patlatmak çocuklara, kardan adam yapmak, kahkahalarla. Puslu bir haftasonu sinemaya gitmek, çıkışta bir tabak profiterolü afiyetle mideye indirmek. Yumuşacık bir kanepeye uzanıp, polar battaniyeyle film izlemek. Yağmurda bir saçak altında öpüşmek, tüm kalbinle ‘seni seviyorum’ demek… Bozcaada’da bağbozumuna katılmak, Nemrut dağında güneşin doğuşunu, Ayvalık da batışını izlemek. Sırf o an can istedi diye, gidip Bursa’ya İskender yemek, ayranı Susurluk da, mırrayı Urfa da şırayı Adana’da, bozayı, arabada Vefa’da içmek… Karadeniz yaylalarına uzanıp oksijenle doldurmak ciğerlerini, Bodrum’da güneşe teslim etmek tenini, Egenin serin sularında yıkamak ruhunla birlikte bedenini… Bazen de akrebi geleceğe kurup yelkovanın ona yetişmesini sağlamak gerek. Daha çok çalışmalı, daha uzak düşünmeli diyerek bir de gözünü ufka dikerek… Paris’te Cafe de Flore’de dondurma yemeden, dondurma yedim dememeli, Arjantin’de tutkunun dansı tangoyu denemeli, Las Vegas’taki adrenalini seyretmeli, Roma’da parça çikolatalı cappucino içmeli, Portofino’nun daracık sokaklarında elele gezinmeli. Uzakdoğu’nun orkide tarlalarında kendinden geçmeden, Afrika’da safari yapmadan ölünmemeli bir de bembeyaz bir gemide ufka dalıp yeni bir ülkenin sabahında uyanmadan yaşadım dememeli…. Öyle çok şey var ki gidilip görülecek, gezilip öğrenilecek… Şuursuz bir şekilde kalkıp, sonuçsuz bir amaç için koşturup, gayesiz bir nihayet için tüm çabamız. Sarkacın öbür kefesinde ise naftalin kokulu hayaller, ertelenmiş düşler, umutsuz yürekler… Aslında her şey için bir imkan var ve tabiki imkanları yok etmek adına da her türlü mazeret. Ya iş, ya çocuklar, ya sorumluluklar, hayalleri geçekleştirmek, düşleri yok etmek adına yumuşak kıvrımlı tül perdeler gibi penceremizin önünde, duruyor vaziyette. Sadece elimizle perdeyi şöyle bir aralamayı bilmeli ve geçip giden hayatı tüm renkleriyle seyretmeli. Ama bunu yürekten istemeli… Acı bir ironidir ki, yaşamda hatırlanacak olan, çalıştığımız iş, verdiğimiz ödev, kazandığımız para değil, bunların neticesinde elde ettiklerimiz olacaktır. Bunlar için harcanılan emek yada para değil, uzun süre idare eden haz duygusu, galebe çalacaktır. Her şey içimizde gizli, derinlerimizde saklı bir cevher gibi kıymetli. Beden ruha emanet, ölene kadar zimmetli… Ve Can Yücel’in en sevdiğim şiirindeki gibi;Her şey sende gizli; yerin seni çektiği kadar ağırsın, kanatların çırpındığı kadar hafif, kalbinin attığı kadar canlısın…Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç, sevdiklerin kadar iyisin, nefret ettiklerin kadar kötü…Yaşadıklarını kar sayma, yaşadığın kadar yakınsın, sonunda ne kadar yaşarsan yaşa…Sevdiğin kadardır ömrün…Gülebildiğin kadar mutlusun. Üzülme! bil ki , ağladığın kadar güleceksin…Sakın bitti sanma her şeyi, sevdiğin kadar sevileceksin…Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değerVe karşındakine değer verdiğin kadar insansın. Bir gün yalan söyleyeceksen eğer, bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın. Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın, güneşin seni ısıttığı kadar sıcak…Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Hayatı mı yaşıyorsunuz, yoksa hayat’ınızı mı ? Bir düşünün derim…