Ve kış geldi… Kış demek soğuk hava, boza, kestane kebap demek… İstiklal caddesinde, ‘ben buraların gençliğini bilirdim’ edasıyla dolaşan emektar tramvayın buğulanmış camı demek, kırmızı bereli küçük bir kızın o cama dayanmış küçük burnu demek. Üzümlü kek kokusu, tarçınlı sahlep tadı en çok da kulağından tutulup evlere tıkılmış hayaller demek… Sinemaya gitmenin de tam vaktidir, soğuk, kısa kış günleri. Vizyondaki filmleri, çocukluğumun unutulmaz tadı alaska frigo ve patlamış mısır eşliğinde izlemenin, ışıklar kapanıp da film başladığında, bir süre için dünyadan, sorunlardan, insanlardan soyutlanmanın, başka bir boyutu yaşamanın tadına doyum olmaz. İşte yine soğuk bir kış günü, ışıklar sönmüş filmin başlamasına da az bir zaman kala, şöyle bir ses geldi kulaklarıma; ‘Hayatınız bir film olsaydı, izlemeye değer bulur muydunuz ?’... Kaldım bir an, durdum ve düşünmeye başladım. Aslında izlediğimiz filmler, seyrettiğimiz diziler, hepsi başkalarının hayatları, başkalarının yaşanmışlıkları değil mi? Kimisi hayal ürünü, kimisi gerçeğin mahsulü ama birileri bu hayatları, hatta bazen bu hayatlardan da fazlasını yaşıyor, benliğiyle özümsüyor. Film diye izlediğimiz, dizi diye takip ettiğimiz gerçek hayatlardan alınma kesitler, özetler. Eğer filmler, gerçek hayatın beyaz perdeye, renkli cama yansımasıysa, hayatınız bir film olsaydı, izlemeye değer bulur muydunuz, nefes almadan, gözünüzü kırpmadan pürdikkat mi izlerdiniz, yoksa sıkıcı bulup izlemez miydiniz? Sürekli koşturup, doludizgin yaşayanlar için aksiyondur, hayat. Ardında yoğun acılar bırakan, gözyaşları kalbinde derin vadiler açanlar için trajedi, vurdumduymaz gamsızlar için komedidir. Yaşananların geniş yelpazesinde, anıların zenginliğinde, paylaşılanların çeşitliliğinde ve duygu devinimlerinde gösterir hayat kendini, tüm gerçekliğiyle. Tekdüze hayatlar vardır; toplumun beklentilerinin yansımasıdır; farklı hayatlar vardır, acıyla huzurun, hüzünle mutluluğun girift olmuş raksıdır. Hayatı dolu dolu yaşamak, klişeleşmiş yazgıyı baştan savmaktır. Düz yazılmış bir kompozisyonsa hayat, giriş bölümünde çok takılmamak, gelişmede fazlaca oyalanmak, sonuç bölümüne damgayı basmaktır. Uzun soluklarla çekmek içine, bol virgülle ayırmaktır ayları, yılları. Hayat, ölümün doğum sancısıdır aslında. Başlangıç noktası, bitişe doğru ilk hamledir. İşte başlangıç ile bitiş arasındaki çizgide yaşanan ivmedir hayat. Kimi korkar yoğun yaşamaktan, risk almaktan. Ne gezebilir gönlünce, ne de sevebilir delice. Anlamaz ne Mecnun’u ne Leyla’yı, ne de içi hırsla dolu Sultan Süleyman’ı. Biraz haset, biraz gıptayla sadece izler dönüp duran dünyayı. Mutsuz olduğu işinden, eşinden, çevresinden alamaz kendini. Korkuyordur ve karşılığında ödemiştir bedelini; ne çok mutlu, ne çok üzgün, azı karar çoğu zarar, sıradan bir yaşamdır onunki. İlginçtir ki ölümden en çok korkanlar da, aklın çöllerinde gece yürüyüşü yapmaktan çekinenlerdir. Dimağın sabahlarını severler onlar, kötü cadıların, canavarların girmediği huzurlu, rüyalarla uyurlar. Her sabah aynıdır, kalkılacak, kahvaltı edilip işe gidilecek, yorgun argın dönülecek, rutine devam edilecek. Böyle bir filmi izlerken, kanal değiştirmemek, solonu terk etmemek ne kadar mümkündür acaba… Gençlik filmleri, tüm zamanların en çok seyredilen filmlerindendir. Nefes kesen aşklar, can acıtan ayrılıklar, kavuşmalar, çılgınlıklar vardır bu filmlerde. Daha bir korkusuz, daha bir telaşlı, daha bir duygusaldır hayatın gençlik dönemi. Yetişkinlerin hayat rapsodisi, klasik olmuş filmlerdir; Tekrar tekrar seyredilen, her izleyişte yeniden keşfedilen. Dramlar, milletçe kanayan yaralarımızdır; çiçekçi kız şarkıcıya aşıktır, fakir oğlan zengin kıza. Kavuşulmayan sevgiliye, bitmiş sevgiye adanmış gözyaşları, sahnede reverans yapmaktadır. Çalışmaya adanmış hayatların filmidir aksiyonlar, maceralar. Vurdulu kırdılı hayatın içinde, bulunamayanı bulmak, yakalanmışı kurtarmak ve nihayetinde kahraman olmak… Filmi izlemeye değer kılan, içindeki farklılıklardır. Hayatı yaşanmaya değer kılan, içindeki yaşanmışlıklardır. Dolu dolu yaşanmış bir hayatta; macera vardır; bilinmeze çıkılan kararlı yolculukla, dram vardır; yaşanamayan sevdayla, bitmeyen aşkla, komedi vardır; dramlara karşı davranışlar, tutumlarla… Daha güçlenerek yola devam ettiren, öldürmeyen acıları, bu yüzden sevmek gerek. Yaşanan her kaybı, tecrübeler hanesine kaydederek, mutlulukları sırtlanıp hüzünleri boş vererek, yeniden ve yeniden yola devam ederek, iyi kötü ne olursa olsun, yaşanmışları severek, onları kabullenerek…. Hayatınız bir film olsaydı, izlenmeye değer bulur muydunuz ? Çok geç sayılmaz. En azından fragmanı kurtarın… Cansen Erdoğan