Hayattan, Biraz Ondan Biraz Bundan
‘Şehrin rutininden uzak, kasvetinden bağımsız, uzaklarda… Sorumlulukları, ödevleri, görevleri yırtarcasına bir kaçış ve kendine uzaktan bakış. ‘Nerdeyim, ne yapıyorum’ sorularını bu kez kendini kandırmadan cevaplayış. Aynadan gördüğün siluetini beğenmeyip surat asış. Oysa sorunun kendinde değil, baktığın dışbükey aynada olduğunu anlamayıp çuvaldızı kendine batırış. Güneşe bakmaya cesaretin olmadığından gölgeni ışık sanış. Oysaki baktığın aynayı değil de kendini değiştirmeye çalışmak en büyük yanlış ama bunu anladığında çok geç kaldığını anlayış…’
Dalmış, bunları düşünüyordum işte, şehirden uzakta, bir akşam yemeğinin yuvarlak masasında. Hayatın aynı anda hem ne kadar karmaşık hem de ne kadar basit olduğunu. Oyun gibi; Kuralları öğreninceye kadar asıl zorluk ve birkaç kez yenilinceye kadar, sonra bir şekilde öğreniyorsun, öğretiliyorsun. Hayatı anlatan benzetmelere bakınca, bir şekilde ucu acıya bağlanan cümleler geliyor önümüze;
‘Hayat, küçük bir çocuğun annesine serzenişine benzer; ‘hem vuruyorsun, hem ağlama diyorsun’…
‘Hayat, ölümün doğum sancısıdır’…
Hep bir acı, hep bir umutsuzluk var, hayatı anlatan cümlelerde. İzlediğimiz filmler, replikler de öyle. Rastgele açtığımızda televizyonu, mutlaka bir dram var toplumun omurgası haline gelmiş dizilerde. Aile dramları, dermansız hastalıklar, kavuşulmayan aşklar, saraydaki entrikalar, devlet içi hesaplaşmalar eksik olmuyor, kelepçeyle bağlandığımız ekrandan.
Acıyla yoğrulmuş, bol yaşlı diziler reyting rekorları kırarken, sonu mutlu bitenler, zengin insan mozaikli diziler yayından kaldırılıyor. Sebebini düşününce, sonuç genetik kompleksimize bağlanıyor. Viyana kapılarına dayanmış bir imparatorluğun torunları olarak, şimdi bizi Avrupa birliğine alın diye yalvarıyorsak içli içli, bu toplumca içimize yerleşmiş bir kompleks olmuş sanki, hüzünle cezalandırma şekli. Dizilerdeki mutsuzlukları, yaşanan acıları görüp halimize şükretme, bak neler var diye kendimizi teselli etme, es kaza beyaz pencerede geçen mutluluklarda da yerimizi fark edip isyan etme, olduğun yeri beğenmeme hali…
Dedim ya hayatı acıyla kanıksama, yerleşmiş bünyemize, bu belki de en çok şarkılarda gösteriyor kendini. Ayrılıklar, yaşanmayan vuslatlar, yarım kalmış aşklar can buluyor notalarda. Söylenmemiş duygular, bestelerle paylaşılıyor, yaşanan isyanlar güftelerle haykırıyor. Hep bir hüzün gizli, şarkıların notalarında, her şarkı bir hikaye barındırıyor doğduğu ruhlarda;
‘Dönemin ünlü şan seslerinden ve büyük hocalarından Melahat Pars, konservatuarda hoca. Hem kendi hem de sesi güzel bu hoca, büyük bir hayran kitlesini de ardında barındırıyor. Öğrencileri arasında, kendisine hayran genç bir delikanlı da var ve delikanlı, kendisinden yaşça büyük hocasına çok aşık. Her dersi, en önden takip eden ve hayran hayran kendisini izleyen öğrencisinin ilgisinin Pars da farkında. Delikanlı ve hocası, bir gün merdivende karşılaşıyorlar ve delikanlı kendini daha fazla tutamayarak;
‘Hocam ben size aşığım’ diyor. Melahat Pars, belli belirsiz gülümseyerek yoluna devam ediyor. Ertesi gün dersinde, kendisini yine en önden izleyen bu öğrencisine dönerek gece yazmış olduğu şarkıda kendisine eşlik etmesini istiyor. İşte halen dillerden düşmeyen, zamansız aşkları söyleyen şarkı da böylece ortaya çıkıyor;
‘Ben gamlı hazan, sense bahar, dinle de vazgeç. Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç. Olmaz meleğim böyle bir aşk, bende vakit geç. Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç…
Yine bir büyük aşk…
Birlikte olmalarına izin vermeyen ailelerini, sevdiklerini, değer verdikleri her şeyi geride bırakıp birlikte yolan çıkan çift. Hani eş ruh derler ya, işte tam da öyle bir sevda.
Dolu dolu yaşıyorlar aşklarını, hayatlarını adadıkları sevdalarını.
Adam kadına âşık; ‘Sensiz yaşayamam’ diyor, ‘sana bir şey olursa ölürüm’.
Kadın, adama âşık; ‘Sen olmazsan ben zaten ölürüm’.
Tam da bu sırada kadın ağır hastalanıyor, çağın illeti kanser vücudunu sarıyor.
Birkaç ay ömür biçiyorlar kadına. Ve kadın, kıyamıyor sevdiği adama.
Varsın nefret etsin ama ölmesin arkamdan diyor ve bir mektup bırakarak adamı terk ediyor.
Daha sonraları yorumcu Leman Sam’ın sesiyle hayat bulan bu mektupta şöyle yazıyor;
‘Bir gün anlayacaksın neden sessizce gittiğimi, senden vazgeçmek uğruna nasıl bir savaş verdiğimi. Mevsim kış olur hani bir yudum güneş bulamazsın, sonsuz uçurumlardaki çiçeklere dokunamazsın. Her sabah bir sayfa daha eksilip gidiyor ömrümden, ömrümün yıkıntılarında can çekişiyor umutlarım. Ellerimde acılar, ellerini tutamam, kıyamam kıyamam sana. Yollarımda ayaz var, yaklaşma yollarıma kıyamam kıyamam sana. Karanlık gecelere ortak edemem seni, kıyamam kıyamam sana…
Âşık olduğu kadını, ilk kadın tiyatrocu Afife Jale’yi düştüğü uyuşturucu bağımlılığından kurtarmak adına kendisi de bu batağa düşen ama asla sevgisinden vazgeçmeyen, bu uğurda inandığı tüm değerleri elinin tersiyle iten ünlü bestekâr Selahattin Pınar, ünlü ‘Huysuz ve tatlı kadın’, ‘Sevdim bir zalim kadını’ gibi eserlerini de Afife Jale ile yaşadığı büyük aşk sırasında, ona ithafen yazmıştır.
İzlenilen diziler, söylenilen şarkılar hayatın kendisi, tam da biziz aslında. Film repliğinde geçen cümle ile bir şarkının güftesi; Ayrılıklarımız, yaşayamadıklarımız, kavuşamadıklarımız bazen de pişmanlıklarımız.
En çok dinlediğimiz en çok biz olan, en çok sevdiğimiz, içinde en çok bizi taşıyan. Bazen nihavent makamı gibi yaşıyoruz arabesk aşklarımızı, bazen de türkü tadında, Türkçe sözlü hafif Batılılaşmış acılarımızı. Neyse hayat da bir yere kadar düşer peşine, acılar da bir yere kadar sürer ama şarkılar, hep O’ nu söyler.
Yeter ki yürekler aşka doysun, soğuk karanlıklar gölge etmeyi durdursun.
Hem zaten çoktan unutulurdu çoktan da; Ah bu şarkıların gözü kör olsun…
Cansen ERDOĞAN