HEDİYE ...
En sevdiğim mevsim Aralık…
Yılın en canlı, en ışıltılı, en kırmızı ayı. Renkli bereleriyle noel şarkıları çalan müzisyenleri ile İstiklal Caddesi, ışıl ışıl vitrinleri, köşeden ansızın çıkan, kocaman göbekli noel babaları ile alışveriş merkezleri…
Ve tabi ki hediye telaşı.
Parlak kâğıtlar, renkli kurdeleler, paketler, irili ufaklı kutular, sevdiklerine hediye almak için koşturan hareketli kalabalığı beklemekte, mağazalar, büyük puntolarla ‘indirim’ yazarak, nefisleri cezbetmekte. Yılbaşı ağacımızı yaptığımızdan beri evde değişmeyen konu; ‘Acaba noel baba, bize ne getirecek ?’. Altı yaşının tüm doğallığı, bitmeyen coşkusu ile kapıya astığımız çorapların içine koyduğu sipariş listesinin alınıp alınmadığını kontrol eden oğlum ile çocukluğuma dönüyorum kendiliğinden.
Ellerimi açıp noel babadan istediğim bebek evi, dikiş seti, ışıltılı tuvaletli barbie. Jelibonlar, sakızlar, çikolatalar. Sonra büyüme telaşı, geçip giden yıllar.
İki elin mutluluğun yakasında, silkelediğin hayatın. İki beyaz, iki ‘k’ arasında; kundak- kefen arasında geçen zamanın aslında hayat değil de ömür olduğunun farkında olma.
Ve anlama, salıncaktaki sevinç gibi olduğunu hayatın tadının; bir gidiyor, bir geliyor…
Kendi ayakların üstünde durup da para kazanmaya başlayınca ‘hediye’nin mahiyeti değişiyor zannımca.
İsteğin şeyi, gerekirse biraz sabredip alabiliyorsan, aradığın şeyi bir şekilde bulabiliyorsan, artık hediyenin kendisi değil, veriş şekli, sunuluş stili önemli oluyor; Çiçek gönderirken, o’nun Minnie Mouse sevdiğini hatırlayıp, Minnie Mouse’un ellerinde çiçek göndermek gibi mesela. Ya da kitap okumayı çok seven birine, üstünde kendi adının yazılı olduğu bir kitap ayracı hediye etmek, notlarının arasına, ummadığı anda göreceği mesajlar yerleştirmek gibi. Gidip de en lüks mağazadan, en pahalı şeyi almak değil de, emek harcanmış, üstünde düşünülmüş, karşındakini anlayıp da çözmüş olduğunu hissettiren şeyler, demek istediğim.
Paran varsa, en pahalı şeyi, düşünmeden gidip beş dakikada alırsın.
Oysa emekle bütünleşmiş, insanı özel hissettirecek şeyi, bazen paran olsa bile yapamazsın.
En güzel otobiyografidir, hediye şekli çünkü verilen hediye, kendini anlatır bir anlamda. Karşındakini de ne kadar tanımış olduğunun göstergesidir aslında.
‘Uzun Hasan, Fatih Sultan Mehmet'e kutu içinde hediye gönderir. Kutu açılınca içinden tezekler, insan pislikleri çıkar. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet de Uzun Hasan'a hediye olarak kutu kutu bal gönderir. Buna son derece şaşıran etrafındakiler, sorarlar Fatih’e; "Padişahım neden böyle yaptınız?" Fatih şöyle yapar açıklamasını;
"Herkes yediğinden gönderir…"
Hediye, en önce Tanrıdan bize; Bir hayat hediye etmiş, içindeki ömürle birlikte.
Vicdan, kabiliyet ve sağlık ki bu en büyük servet.
Akıl vermiş, düşünelim, kendi küçük, içi kocaman bir kalp vermiş, sevelim, sevilelim diye. Parmaklar vermiş, söyleyemediklerimizi yazalım, gözler vermiş, susarak anlatalım diye... Dualarla yükselen istekler, belki allı pullu hediye paketlerinde değil ama tam da içimize yerleştiriliyor. Bazen bir mucizeyle giriyorlar hayatımıza, bazen de bir tesadüfle.
Bir yağmur damlasıyla çarpıyorlar yüreğin camına, bazen bir kapı ziliyle dokunuyorlar kalbin tam ortasına.
Rengârenk duygularla hediye olarak geliyorlar hayatımıza, usulca sokuluyorlar gönlün korunaklı saçak altlarına. Kocaman huzur getiriyorlar beraberlerinde, parlak duygulara sarılı sevgi. Dışı, etten deri kutularda hiç eskimeyecek iz bırakıyorlar varlıklarıyla. Hediye kişiler onlar, Tanrı’nın armağan ettiği…
Ne hediye verildiği değildir önemli olan, nasıl verildiğidir. Ne niyetle verildiğidir.
Adam, dört yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kâğıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının o parlak kâğıtları, ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmişti. Buna rağmen, küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve ‘bu senin için babacığım’ dedi. Adam, önceden gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti, ama kutunun boş olduğunu görünce sinirlenmekten de kendini alamadı ve kızına bağırdı; ‘Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?’ Küçük kız, babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
‘Ama kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım.’
Babanın içi paramparça olmuştu. Kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı. Artık ne zaman cesaretini kaybetse, kutunun içinden hayali bir öpücük çıkarıyor ve onu oraya koyan çocuğunun sevgisini hatırlıyordu.
Sevdiklerine verilebilecek en güzel hediye ne bir kıyafettir ne de mücevher.
En güzel hediye, yalnızca kendinden bir parça aslında.
İnsan hediyesini, kalbiyle vermezse geriye ne kalır ki, boş bir ambalajdan başka.
Ruha bir dokunuş, bazen bir ruh vurgunu.
Yürekten göz pınarlarına ulaşan buğulu birkaç cümle.
Üç, dört satıra sığdırılıp da destanlara sığmayan kelimeler.
İçten bir sarılma, bir tatlı söz, bir tatlı öpüş sevdalı…
En çok da gamzeye saklanmış bir gülüş…
Ruhu ısıtan, hediyenin ne olduğunu unutturan içten bir gülüş.
Yılbaşı, doğum günü, yıldönümü fark etmez; Ne hediye verirseniz verin, yanına gülüşünüzü mutlaka iliştirin…
Mutlu Seneler…
CANSEN ERDOĞAN