İşte yine geldin… Ne çok beklenen, ne çok istenendin. Kar saplı bir hançerle tam kalbinden vurulmuş bir şehrin gözleri yolda hayaliydin. Yeşil ümitleriydin, içi içine sığmayan sabırsız yüreklerin, dal dal uzadığın, tenlerinde çiçekler açtırdığın. Çekip almışken kışı koynuma, ısıtmaya çalışırken hohlayarak buz tutmuş yüreğimi, gelişinle cemreler düştü gönlüme, beynime, kalbime. Hoş istemesen bile gelmek, saçlarından yakalayacaklar seni, papatyalardan bir taç yapıp nergis kokularıyla hapsedecekler bedenlerine. Çiçek açmış kiraz ağaçları, gelin kızlar gibi salındıklarında, kırmızı gelincikler iç geçirecek koyu tenhalarında. Tepeme üşüşen bulutlarınla, eteğinde topladığın alların morlarınla, kekik kokan kırkikindi yağmurların, günaha çağıran günbatımlarınla, ey bahar; Hoş geldin yine nisanla...
Geldin de iyi mi oldu emin değilim aslında. Yüreğimi sarhoş ettin, bedenimi yorgun. Güneş bir dargın bir barışık olsa da çiy kokulu çimenlerle, yeşil sevişmek istiyor, ılık nefesli meltemlerle. Çıplaklığından arınırken ovalar, dağlar, sarı laleler giymiş üstüne, yollar, bağlar. Üzerine ay düşmüş toprağın burnumda esmer kokusu, içimde ne idiğü belirsiz bir kıpırtı. Şimdi gitme zamanı, alıp başını gitmelerin, hesapsız kitapsız çekip gitmelerin zamanı. Şimdi gönüldeki gemilerin demir alma, iskele alabanda zamanı. Şimdi bahar zamanı, meneviş renkli uzakları kıskıvrak yakalama zamanı…
Binip arabaya düşmek yola, fonda en sevdiğin parça; Nereye gittiğini, bir sen bir Allah biliyor. Yemyeşil ağaçlar arasında kalmış yollarda, burnun yapıştığı camda gözlerin dalmışken uzaklara, işte tüm görkemiyle karşında Kaz Dağları. Homeros’un İlyada destanında ‘Bin pınarlı ida’ olarak geçen Kazdağları, bahar için yaratılmış adeta. Güneş ışığı kokan bir aşkla basar baharı bağrına ve şaşakalırsınız yüreğinizden havalanan martılara siz de o anda.
Egeye doğru uzanan yamaçlarda, gözünüz ilişir az ilerideki irili ufaklı adalara. İşte Rodos, İşte Santorini bekliyor sizi orada. Yunan adaları, uluslararası bir tevazuyla karşılıyor baharı ve damağında çilek kokulu tadıyla, meydanlarında gitar çalıp şarkı söyleyen Akdeniz kanlı insanları, kızıla boyanıp suyla akmış, toprağa karışmış umutları ile tempo tutuyorlar ‘gel’ diye bir buket çiçekten ibaret senfonileriyle.
Akdeniz’in bahar arsızlığı almış başını giderken hızınızı alamayıp devam edince yola, tabi birazdan yukarıdan, metal bir kuşun kanadından, bir bulutun üstünden yuvarlanıverirsiniz rengarenk evlerin çevrelediği küçük liman kenti Portofino’ya. İtalya’nın aşka aşık bu aşk şehrinde, çakıllı kumsalları, küçük balık lokantaları, elişleri, doğa resimleri satan minik dükkanları ile bahar bir başka yaşanır, derinlerde tutuşturulmayı bekleyen ateşler kıvılcımlanır. Göz kırpar hayat, tüm tatlılığıyla…
Mis kokulu baharatları, midede bayram türküleri söyleten kebapları, yüreğe acı veren isotu ile Hz. İbrahim'in doğduğu, Hz. Eyüb'ün yaşadığı, Hz. İsa’nın kutsadığı müze şehir Urfa. Urfa, bir başkadır baharda. Kömür gözlü çocukların, Balıklı göl’de edilen duaların peder padişahı bu kent, sadece orada yaşayan ve nesli tükenmek üzere olan kelaynak kuşlarıyla tutar baharı, saçlarından yol getirir. Mırranın keskin tadı yakarken genizleri, pınarlarda birikmiş gözyaşları yakar yüreği, ‘gezme ceylan bu dağlarda, seni avlarlar’ diyen yanık ezgili sıra geceleri. Nuh tufanından sonra kurulan ilk yerleşim birimi olan bu peygamberler şehrinde bahar, uçsuz bucaksız Harran ile nefes alır, Mezopotamya ovasında biraz otantik, biraz etnik yaşanır. Sadakatin ve misafirperverliğin bahar dallı kolları, huzur vaat eder, yürüdüğünüz yollar boyunca…
Şimdi bir hikaye geldi aklıma; Bir hastanenin odasında iki hasta kötürüm kalıyordu. Bunlardan ilk gelen pencerenin önüne, ikincisi ise kapı kenarına yatırılmıştı. Son derece iyimser olan ve pencerenin önündeki yatakta yatan hasta adam, dışarıda gördüklerini, kapının yanındaki yatakta yatan diğer hastaya anlatırdı.Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağaçlarını, cıvıldaşan kuşları, işlerine koşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek dolu tarlaları uzun uzun anlatarak, çaresiz durumdaki diğer hasta arkadaşını rahatlatırdı. Adam, kısa bir süre sonra, gelip geçenlere isimler takmaya başladı. Öteki hasta, artık sabah işe gidenlerin, seyyar satıcıların ve akşam vakti yorun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye dinleye, onları gözleri önünde canlandırabiliyordu. Kısa süre sonra hastanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış ve bir türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri, tatlı öyküler doldurmuştu. Bir gün kapının yanında yatan hastanın aklına bir fikir geldi. Eğer pencerenin önündeki hastaya bir şey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öykülerini dinlemektense, dışarıdaki renkli ve canlı yaşa m ı kendi gözleriyle görecekti. Bu düşünce, günlerce kafasında yer etti. Yattığı yerden hep bunu düşünüyor ve çareler araştırıyordu. Sonunda onu da buldu. Pencerenin önündeki hastaya bazen krizler geliyordu. Adam bu durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hastabakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
Bir gece, pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde, diğeri büyük bir gayretle doğrularak, onun ilacını deviriverdi. Şişe yere düşmüş ve paramparça olmuştu. Ertesi sabah, pencerenin önündeki hastayı ölü buldular. Ve onu kaldırdıktan sonra, kapının yanında yatan hastayı cam kenarına geçirdiler. Adam, artık bizzat göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya baktığında, beyninden vurulmuşa döndü; Pencerenin birkaç metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka hiçbir şey yoktu…
Bakmakla görmek arasında çizgi, çok incedir aslında. Bakarsın ama görmeyebilirsin. Bazen de senin orada gördüğünü, başkaları baksa da senin gibi göremez. Bu hikayenin aklıma geliş sebebi, yukarıda yazdığım, baharı karşılayın diye avaz avaz bağırdığım yerlere, daha önce gitmemiş olmam. Ben belki gitmedim oralara ama gitmiş gibi hayal kurdum oralarda. Baharı karşıladım oralara ait satırlarda. Bir kelebek gibi konup mis kokulu boyuna, gitme ihtimalini sevdim, belki gitmekten daha fazla…
Alıp başını gitmelerin mevsimidir bahar. Dünyaya sırtınızı dönüp bahara koşan yüreğin sessiz çığlığının, bakir kuytularda izini sürme zamanı. İşte nazlı bir gelin gibi papatyalarla dolar, düş ekili tarlalar ve ruhu yıkayan nisan yağmurlarıyla sarmaş dolaş olur yapraklar. Her şey tamam da, anlamadığım bir şey var; Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum, yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar...