Kırk tatlık bereket
O ağacı dikmesi emredildi, emir yerine getirildi. Boyu otuz arşını geçen gofer ağacı, kırk yılda büyüdü. Kırk yıl sonra o ağacı keserek kırda, sudan ve insanlardan uzak bir şekilde gemi yapımına başladı. Tam dörtyüz yıl, bıkmadan usanmadan uğraştı. İçi kan ağlayarak; ‘keşke beni dinleselerdi de buna gerek kalmasaydı, ademoğulları yoldan çıkmayıp putlara tapınmaya başlamasalardı’ diyerek tamamladı gemisini. Zaman zaman tek tük oradan geçenler; ‘Peygamberdin, dülger oldun, vay senin haline’ diyerek dalga geçerlerdi. Ve nihayet boyu üçyüz, eni elli, yüksekliği de otuz arşın olan gemisinin içini-dışını ziftle kapladı, artık hazırdı. Ve Hz. Nuh, kendisine inananlar ile beraberinde her hayvandan birer dişi ve erkek, ikişer adet alarak gemiye bindi. Tufan koptu. Yeryüzü sular altında kaldı ve altı ay sonra sular çekildi, fırtınalar sona erdi. Gemi, Cudi dağının tepesine oturdu ve bu korkunç tufandan sadece gemidekiler kurtuldu. Altı ay sonunda gemide yiyecek stoğu tükenmişti. Herşeyden üçer, beşer kalmıştı ve onca insanın doyması imkansızdı. Ve tam o anda bir vahiy gelerek kalan tüm erzakın geniş bir kapta toplanarak karıştırılması emredildi. Ve fasulyeyle kayısının, tuzla şekerin, cevizle narın birleştiği masal tatlısı meydana geldi. Ona da ‘Aşure’ dendi…
Tuhaf bir saygı duyuyorum bu tatlıya, biraz çekinme, biraz merak. Onca keşmekeş, karmaşa nasıl bu kadar lezzetli olabilir dedirten uhrevi bir gücü var aşurenin. Yoksa nohutla inciri, buğday ile cevizi karıştırıp yemeyi düşünülebilir misiniz başka zaman, düşüncesi bile sarsar insanı. Oysa nohut kendini bulur içinde, nar sultan olur tepesinde. Baktım ki mantıkla çıkamıyorum işin içinden, cevabı dinden; Müslümanların sevinçlerinin tatlı, acılarının tuzlu olarak karıştırılmasından oluşan yiyecek dedim buna.
Aşure, Aşuraymış aslında. ‘Aşr’ Arapçada on demekmiş. Muharrem oyının onuncu gününe Aşura deniyormuş yani bu ilahi tatlı adını buradan alıyormuş. Tabi sadece bu değil; İslam tarihinin en acı olayı da tarihe yine muharrem ayının onuncu gününde geçmiş. Müslümanlık aleminin en büyük yaslarından biri olan Hz. Hüseyin’in, halifeliğini kabul etmeyen Yezid tarafından Kerbela’da susuz bırakılması ve öldürülmesiyle bu gün Şiiler tarafından unutulmayacak bir yas günü olarak yerini almış. Sadece bu değil; Hz.Adem’in tövbesinin kabulü, Hz. Yûnus'un balığın karnından çıkması, Hz. İbrahim'in ateşte yanmaması, Hz. İdris'in göğe çıkarılması, Hz.Yakub'un oğlu hz. Yusuf'a kavuşması, Hz. Eyyûb'un hastalıktan kurtulması, Hz.Musa'nın kızıldeniz'i geçmesi ve firavun'un helak olması, Hz. isâ' nın doğumu ve ölümden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması muharrem ayının onuncu günü olmuş.
Muharrem ayının kutsal yiyeceği aşurenin her kulvarda bahsi geçiyor bir şekilde; sağlıklı oluşuyla tıp literatüründe, birleştirici etkisiyle komşu sohbetlerinde, dilde bıraktığı etkiyi ifade için edebi metinlerde ve dağıtması sevap olduğu için dini zeminde…Aşurenin en az yapması kadar sevap dağıtılması. Kapı zilinin en güzel çalışıdır,kırk çeşitle yapılan bu güzide tatlı. Birliğin, beraberliğin simgesi, paylaşımın tadı, inanmanın adı. Tanımadığın zillere basmaya aracı, komşuluğun en lezzetli yanı, annenin ‘hadi kızım, dağıtıver şunları’ söyleminin olmazsa olmazı. Ve de benim için; ‘o son kaseyi yemeyecektim’ dedirten enfes tatlı…
Allah, her zaman her şekilde varlığını hissettiriyor; bazen ezaları, cezalarıyla bazen nimetleri, sevaplarıyla. En umutsuz anlarda bile güneşin içinden uzanan bir el gibi yok ediyor karanlıkları. Nuh’un gemisindekilerin açlıkla yüzleştiği bir anda hayalinin dahi imkansız olduğu bir karışımla insanlığı kurtaran, ‘imkansız diye bir şey yoktur, mucizeler zaman alır’ mottosuna inanmamızı sağlayan. Aşure de tatlı bir ispatı; Büyük sıkıntılardan sonra hiçbir şey yapamayacağını düşündüğün anda aslında yapabilecek bir şeylerin olduğunu bilmek, Allah’tan asla ümit kesilmez diyebilmek…
Tam da şimdi; Huzur içimde, dua kalbimde, aşure midemde vee şarkı dilimde; ”Ah o gemide ben de olsaydım……”
CANSEN ERDOĞAN