Kırmızı kiremit tadında gri ŞEHİR!
Hep aynı şey oluyor, hissettiğim hep aynı duygu…
Havaalanları, hayatın nasıl hızla akıp gittiğinin, yaşamsal ivmenin nasıl ilerlediğinin tipik göstergesi aslında.
Sarılarak vedalaşanlar, sarılarak kavuşanlar, taşınıp duran rengârenk bavullar, sürekli yapılan anonslarla her kesimden, her renk ve ırktan insanlarla havaalanları, hayatın tam da merkezinde olduğum hissini verir bana nedense. Tuhaf bir heyecan, tuhaf bir korku, merak, özlem ve daha bir sürü duyguyu aynı anda yaşadığım yerdir orası. Önce havaalanından giriş kontrolü; Upuzun bir kuyruk, belki de sadece bedeninin girmediği bir x-ray cihazı ve sonra ilk etabı başarıyla atlatmış olmanın mutluluğu. Sonra kontuarda, yine önünde uzanan uzun bir check-in kuyruğu.
Bunu da geçtikten sonra bitişe yaklaşmış bir yarışçının heyecanı ile pasaport kuyruğunda yerini alış.
Bir size bir de pasaporttaki resminize sonra bir daha size bakıp pasaporttakiyle aynı kişi olduğunuzu laborant titizliğiyle tespit eden memurun onay mühürüyle yarışın son çeyreğine giriş.
Ve ayakkabılarınıza kadar çıkarıp x-ray’den geçmenizi söyleyen final etabı.
Tüm bu kontrollerden problemsiz geçtikten sonra bedeni saran bir başarı havası, adımlara akseden ‘ben sınavı geçtim’ edasıyla kahramanca uçağa gidiş…
Uçak, İstanbul semalarında havalanmış bulutların arasında süzülürken başımı cama yaslamış bunları düşünüyordum nedense. Gülümsedim. Son yılların popüler trendi, facebook yâda twitter’da, foursquare’de check-in yapma imkânı olsaydı, yapılabilecek en ‘havalı’ mekânda yapılmış olurdu bu check-in; ‘Bembeyaz bir ortamda kahve keyfi @bulutların üstü’
Yukarıda bahsettiğim ‘Yarış’ın verdiği yorgunluktan mı yoksa yükseldikçe hafiflemiş olma hissinden kaynaklanan huzurdan mı bilmem ama başımı cama yaslayıp uyumanın dayanılmaz ve de kaçınılmaz bir keyfi vardır benim için uçakta. Geride kalanları, özleyenleri ve de özlenenleri düşünerek dalıp gitmek gibisi yok, hele de güneş tam yüzüne vurmuşken. ‘İniş için alçalmaya başlıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayıp oturduğunuz koltuğu dik duruma getirin’ anonsuyla açıyorsunuz gözlerinizi zorla. Kemer bağlama neyse de, şu koltuğu dik duruma getirme kısmı, keyfimi kaçırıyor yalnız.
Yani bağladık kemerleri işte, bırakın yayıla yayıla inelim aşağı, zaten uyku sersemiyiz, bütün uçak, benim koltuğumu dik duruma getirmem sayesinde mi düzgün iniş yapacak, çözemedim. Ve tekerlekleri haşmetle yere basan uçağın pilotunu var gücüyle alkışlamayı borç bilen sevgili yurdum insanının avuçlarından yüzlerine sirayet eden o takdir bakışları, nidaları.
Az sonra canım ülkemdeki ‘laborant’ pasaport memurlarını mumla aratan ‘kriminal ofis, terörle mücadele timi’ modunda ve hassasiyetinde, potansiyel terörist yada kaçakçı olabileceğimiz inancına sıkı sıkı bağlı kalarak pasaport kontrolü yapan, giriş yapacağımız ülkenin pasaport kontrolü memurlarıyla karşılaşma ve oradan da tabiri caiz ise alnının akıyla çıkma. Valizlerine, gurbette kavuşma sevinciyle taksiye binme ve kalacağın otele doğru yola çıkma…(Şu anda aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum; ‘Ne çektin be Cansen, ne çektin, çekmiyecektin de napacaktın, mecbur….kulakların çınlasın Vasfiye teyzeee J )
Ve Londra…M.Ö. 43 yılında Roma İmparatorluğu'nun Britanya'yı işgali sonrasında Londonium ismi ile kurulan, ilk’lerin ve en’lerin şehri. 1800’lerde dünyanın ilk metrosunun açıldığı, trafik lambalarının ilk kullanıldığı yer. Osmanlı devletinin ilk sürekli elçisini gönderdiği yer.
Dünyanın en kalabalık hava trafiğinin yaşandığı ve en fazla uluslararası yolcu taşıyan havaalanının bulunduğu şehir. Sınırları içinde konuşulan 300 dil ile dünyanın en fazla farklı dil konuşulan, Avrupa’ da en fazla beyaz ırk dışında ırkın yaşadığı şehir aynı zamanda. Saat diliminin baba ocağı Greenwich’te sıfır derece meridyenin geçtiği yer. Doğru dürüst bir endüstriyel kaynağı, tarımı, hayvancılığı olmamasına rağmen bünyesinde mevcut 600 bankası ile-şube değil-600 farklı bankası ile dünya para piyasalarını yöneten, Avrupa’nın finans başkenti.
Yan şeritten tüm sevimliliğiyle geçen çift katlı kırmızı otobüsleri görünce bu şehrin neden farklı olduğunu anladım yüreğimin derinliklerinde. Karakterli bir şehir Londra, baskılara direnen, ‘ben değil, onlar bana uysun’ zihniyetinden ödün vermeyen tarzıyla ağırlığını hissettiren.
Tüm Avrupa, birlikte aldıkları kararla ortak para birimi euro’ya geçerken, o ulusal para biçimi pound’dan vazgeçmemiştir. Tüm dünya cumhuriyet, anayasal düzen, demokrasi diye haykırırken o, yüzyıllardır süren monarşik sistemine ve kraliçesine sahip çıkmıştır. Hemen hemen tüm dünyada trafik soldan akıp, direksiyon solda iken orada trafik sağdan akmakta ve direksiyon inadına sağdadır.
Öyle ki Kraliçe Elizabeth, ‘Bütün dünyayı gezdim, her yerde trafik tersten akıyordu, neyse bizim ki düzgün akıyor’ diyecek kadar kendi doğrularına, tüm dünyaya inat sahip çıkan bir ülke aslında İngiltere. Başkent Londra ise bizim İstiklal caddesini andıran tarzı ve kültürel yapısı ile Covent Garden’ı, antika çarşılarıyla spirütüel havalı Porto Bello mahallesi, şehri; ‘sanatın parayla buluştuğu yer’ yapan Royal Academic Art Müzeleri, Madonna’dan Nicole Kidman’a kadar dünyaca ünlü artistlerin tiyatro kariyerlerinin başlangıç noktası-sıfır meridyeni olan sanat, tiyatro, finans, festival, kültür şehri.
On yıl önce okul için gittiğim zamandan sonra, sağdan akan trafik sebebiyle sürekli ezilme tehlikesiyle karşılaştığım caddelerde sürücülerin kibarca yol verme nezaketlerini, alışveriş merkezlerinde snobluklarıyla burnundan kıl aldırmayan Fransızların aksine her sorunuza sabırla gülümseyerek cevap veren satıcıların sıcaklığını, sabah 11’den itibaren dolmaya başlayan, adım başı konuşlanmış pubların kendine has İngiliz havasını, o düzenli karmaşayı hatta üçkağıtçı Hintli kasiyerleri bile özlediğimi görmek şaşırttı beni. Hele ki, ‘daha da gelmem buraya’ diyerek arkama bakmadığım on sene önceden sonra…
Grinin en çok yakıştığı şehirdir Londra, kırmızı kiremit tadında. Puslu, yağmurlu havasıyla uçuk, eksantrik, radikal, bohem, aristokrat, sıradan, olağan, olağanüstü mega kent. Eski model, chevrolet, siyah taksileri, kırmızı telefon kulübeleri, skandalları bitmeyen kraliyet ailesiyle, ‘gezince değil hissedince’ anlaşılabilen şehir. Ve tabiki Charlie Chaplin’i, Oscar Wilde’ı, Virginia Wolf’ı, Beatles’ı dünyaya kazandırmış sanat başkenti.
En nihayet özetleyecek olursak, Londra’yı kendi memleketlisinden, ünlü ingiliz şair Shakespeare’in dizeleriyle anlatmak en doğrusu;
Londra’da ‘OLMAK YA DA OLMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE BU…’
Cansen ERDOĞAN