Kutlamak ya da 'kuk'lamak
Bir ipin ucunda, hep sallanan kimdi acaba?
O tuhaf, cansız, sırıtan surat, her an konuşacakmış gibi duran ağız.
Ayağa kalkar, arkaya yatar. Canı yok, bedeni var. Kanı yok, damarları var.
Ellerinde iplerle oynadığı drama, attığı takla.
Bu bir bilmece olsaydı, cevabı ne olurdu acaba; Tabiki de, ‘KUKLA’
Küçükken güzel şeyleri çağrıştırırdı kukla, renkli, komik yüzleri, ellerimizle can verdiğimiz bedenleri, seçtiğimiz kimlikleri ile.
Bizim zamanımızın popüler karakterleri ‘Muppet Show’ da buluşmuşlardı.
Şimdi nesil ‘Pepe’yi alkışlıyor. Pinokyo’yu saymıyorum, sonradan insan olmuş kukla o.
Ama aslında sonradan kukla olmuş onca insanın arasında farklılığını da korumakta.
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en ünlü kukla karakterleri, tartışmasız ‘Karagöz ve Hacivat’tır.
Orhan Gazi döneminde Bursa’da yaşadıkları rivayet ediliyor.
Ulu Cami’nin inşasında çalışan iki işçi oldukları da rivayetler arasında.
Kambur Bâli Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacivat) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler, işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, o konuşmalar kahkahalarla alkışlanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş.
Orhan Gazi’nin, “Cami vaktinde bitmezse kelleni alırım” dediği cami mimarı, inşaatın yavaş ilerlemesi sebebiyle caminin vaktinde bitmeyeceği endişesiyle Karagöz ve Hacivat’ı şikâyet etmiş.
Bunun üzerine bu ikili, başları kesilerek idam edilmiş.
Karagöz ve Hacivat’ı çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri ise, çok sevilen bu ikilinin kuklalarını yaparak perde arkasından oynatmaya başlamış.
Böylece Hacivat ve Karagöz yüzyıllardır süren bir kukla efsanesi olarak tarihteki yerini almış.
Neden bu kadar sevildiklerine gelince; Öyle komik olmaları, nükteli konuşmaları falan hikâye. Asıl sebep, onlarca Karagöz ve Hacivat olması çevremizde.
Hatta kim bilir, biz bile onlardan biriyiz belki de. Çok tanıdık, hani ‘bizden biriymiş’ gibi hissetmemiz ondan bence. Mesela Hacivat. Hacivat, düzeni temsil eder.
Nabza göre şerbet verir. Kişisel çıkarlarını her zaman ön planda tutar.
Az buçuk okumuşluğundan dolayı yabancı sözcüklerle konuşmayı sever.
Çok çevresi vardır, herkesi tanır, onların işlerine aracılık eder.
Alın teriyle çalışıp kazanmaktan çok Karagöz’ü çalıştırarak onun sırtından geçinmeye bakar. Tanıdık geldi değil mi :).
Bir de Karagöz’e bakalım; Karagöz, okumamış bir halk adamı.
Hacivat’ın kullandığı yabancı kelimeleri anlamaz ya da anlamaz görünüp, onlara yanlış anlamlar yükleyerek ortaya çeşitli nükteler çıkarırken bir taraftan da Hacivat ile alay eder.
Her işe burnunu sokar, sokakta olmadığı zaman da evinin penceresinden uzanarak, ya da içerden seslenerek her işe karışır.
Dobra, zaman zaman patavatsız yapısından dolayı sık sık zor durumda kalsa da bir yolunu bulup işin içinden sıyrılır. Çoğu zaman işsiz, geçim derdinde, düzenden ve her şeyden şikâyetçidir.
Hayat, yaşadığımız bu dünyanın kimlikte görünen ismi mi acaba?
Yâda her şeyi bu tek kelimeye sığdıramayıp yanına kader, evren denen göbek isimleri vermemiz neden?
Mutlu olduğumuz zamanları; ‘Yaşamak ne güzel şey’ diye karşılayıp, acılarda; ‘Batsın bu dünya’ diye uğurlamak ne kadar doğru?
Hayat, sadece oyuncuları ve de seyircileri değişen bir gölge oyunu ise eğer, o halde Hayyam ne kadar da haklıymış meğer;
Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalarda biz
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer;
Bittimi oyun, sandıktayız hepimiz."
Kukla olarak doğuyor insan; Anne yediriyor, baba giydiriyor. Öğretmen dolduruyor beynini, dostlar da vaktini. Aşkı en iyi yazan mı kazanıyor, en iyi oynayan mı, cevabı zamanda gizli.
Önce büyüme telaşı, sonra okul yılları.
İş kaygısı, para hırsı, ekmek kavgası.
Ertelenen hayaller, ötelenen zevkler. Sanki bir tokatla bayıltmışlar, ellerine, ayaklarına ipler dolamışlar. Ne kadar dirensen de çekip çekip ipleri, bileklerini kanatmışlar.
Pes edip başını öne eğsen de iplerinden doğrultup yeniden oynatmışlar.
Kahkaha ve alkış seslerinden, duyulmamış çaresizliğin.
Kimse aldırmamış hüznüne, sadece izlemişler, izlerken de sıkılmışlar belki de.
Sonra herkes kendi hayatına döndü, unutuldun gittin.
Bir oyundun, kutuya konuldun ve bittin…
Hayatın kendisi, seyretmeye değer bir şölenden ibaret aslında.
Sen oynatansın bazen, çoğu zamanda oynayan.
Kutlanacak bir geçiş töreni, bir prömiyer, bir gala, ipler Tanrı’nın elinde olsa da.
Hayat kısır bir döngüden ibaret, yaşanmışlarını yaşıyoruz öncekilerin, yaşanmışlıklarımızı yaşayacak bizden sonrakiler de. Hayat, türküsünü yine çalacak, doğan güneşle birlikte, bebekler doğacak, insanlar ölecek, sevdalar yeşerecek, günahlar işlenecek.
Ve bu hayat sahnesinde işi biten her kukla, gölgesini de alıp gidecek sandığına, girecek toprak altına.
Bir şekilde geldiysek dünya sirkine, keyfini çıkartmak gerek mümkün olan en iyi şekilde.
Hayat, pamuk ipliğine bağlasa da bizi kendine, verilen şansı kullanmak bizim elimizde.
Nasıl mı?
Kukla olmadan kutlayarak her anı, içimize çektiğimiz her nefeste…
“Kutlamak ya da kuk’ lamak”, işte bu bütün mesele…
Cansen ERDOĞAN