Şehir dönmüş evine, şehir telaşlı...
Bir yandan kabullenememekte yazın vedasını bir yandan sindirememekte güzün telaşını.
Ruhlarını denizin kıyısında bırakmış bedenler, kafalarını işe vermekte zorlanmakta, okul maratonu ilk çeyreği kovalamakta.
Yeni bir yere taşınma telaşında sanki insanlar, evlerine yerleşmekle meşgul;
Onlar evlerine, mevsim de şehire...
Şehirin bu telaşının aksine, dinginim ben.
Güneşin yakıcılığı kalmamış artık rüzgar da üşütmüyor insanı.
Serin bir yere kaçmak ya da sıcak bir yere sığınma derdi olmadan izlemek güneşin batışını, kucağında bir çanak patlamış mısırla bir filmi, yıldızları, uzaklaşan bir gemiyi.
Uzun uzun yürümek sahilde, biraz düşünmeye biraz geçmişe, geleceğe gitmek...
Kendimle kaldığım nadir zamanlarda konuşurdum BEN’le.
Söyleyemediklerimi söylerdim, kavgamı eder, tası tarağı toplayıp giderdim benden.
Uzun uzun cümlelerim olurdu, tam yerine denk getirdiğim kelimelerim.
Ansızın farkettim ki artık dilim dişime ulaşmıyor boşluğu heceliyorum.
Değil başkalarına kendime bile cevap vermek istemiyorum.
Küçükken oyuncakları, eşyaları, taşları konuştururdum.
Meğer taşın dili olurmuşta çocuklukta, büyüdükçe dili lâl olurmuş çocuğun…
Lâl, dilsiz demek, konuşamayan.
Oysa lâl olan, belki de en çok konuşandır aslında.
Çocuk değiliz artık ne de olsa, bir şeyler diyebiliriz susarak da…
Çünkü bazen öyle zamanda gelir ki, dile dökemezsin yüreğinin haykırdığını, lâl olur dilin, kalakalırsın.
O’nu gördüğün anda yüzüne basan ateş gibi, korkudan dizinin bağı kesildiğinde, anlatmak isteyip de anlatamadığın dertlerinde olduğu gibi.
Kendi öfkesinde boğulanları, gözünü kırpmadan iftira atanları, verdiğin değeri anlamayanları tanıdığında olduğu gibi.
Vazgeçilmez olduklarını sananlar olacak ömründe oysa bilmeyecekler ki, vazgeçilmez değillerdi onlar, sen vazgeçmemiştin sadece.
Üstü açık düşlerin, eksik sevişmelerin olacak belki, bir de harflerin ucunu sivriltip yüreklere batırdığın.
Bağırıp çağıracaksın, kusup öfkeni vurup kıracaksın önceleri.
Sonra gün gelecek anlamsızlığı farkedeceksin.
Yutkunmanı saklayıp kelimeleri içine gömeceksin.
Değmediğini farkedip sessizleşeceksin.
Sonraları anlayacaksın, susmak kelimelere hükmetmektir en az konuşmak kadar ve bazen en güzel meziyet bazen de en beter eziyettir.
O pek sevilen şarabın kırmızı renginin adıdır aynı zamanda lâl.
Lâl renklidir şarap.
Rakı efkarın, şarap aşkın yarenidir.
Şarap aşk, aşk lâldir.
Ondandir ki aşk dilsizdir.
Söz sınırlıdır çünkü, harf sayılı. Ama susmak öyle mi;
Susutukça içinde büyür, sustukça içinde ölür.
Konuşmak bir ihtiyaçtır ama susmak cevaptır anlayana.
Tüm küfürlerin atasıdır aynı zamanda ve için kan ağlayarak gitmektir.
Bitmektir;
Söylenemeyen sözleri yutarak intihar etmektir.
Yalnızlığın ana dilidir, büyük sessizliklerin yürekteki mahşer yeri.
Kocaman kalabalıklar kadar büyüktür o sessizlikler öyle yitik, öyle derin…
Tamam büyüdük ama ağzında lokma varken konuşmamak kolayda, içinde yangın varken susmak çok zormuş…
Yazarken de susuyorum aslında.
Kalemle kağıt arasında kurutuyorum sözcükleri.
Kolay değildi, tıp oynuyordum, konuşan kaybedecekti.
Düğümlenip kaldı sözcükler boğazımda;
‘Söylesem tesiri yoktu, sussam gönül razı değildi’ şair Fuzuli’ nin dediği gibi.
Öylesine yaralanmış ve kırılmıştım ki, ne yapsam acıtamaz, kanatamazdım beni yaralayanın yüreğini.
Az gelirdi paragraflar, sayfalar.
Sonra anladım ki, bazen sesini duyurabilmen için susman gerekir.
Ve söyleyecek çok şeyi olan birinin sessizliği, sağır edici olabilir.
Zamanla fark ettim ki, öyle avaz avaz bağırmak kolay da, susmak cüsse işi.
Çığlık çığlığa yaşamaktır içinde, derinliğin ve asaletindendir.
Herkes kendi hikâyesini yazmaya gelir hayata ve hayat da iki seçenek sunar insana;
Ya payına düşen kaderi yaşayacaksın ya da ömrünle iyi geçinmeye çalışacaksın.
Bu hikâyede kulağını herkese, sesini pek az kimseye vereceksin, ancak değer bilene.
Ve her lafa verilecek cevabın olacaktır elbet, lakin lafa bakacaksın laf mı diye, bir de söyleyene adam mı diye…
Twitter’dan takip etmek için
@cansenerdogan