MASAL!...
Gece lambasının soluk ışığı, oğlumun alnına düşen perçemlerine yansımıştı.
Gözlerini kapamış, anlattığım masalı dinliyordu.
‘Bir varmış, bir yokmuş’ ile başlayan cümleler kuruyordum, hayalleri mış’li miş’li cümlelere sığdırmaya çalışıyordum.
Oğlum, gözlerini usulca açarak beni şaşırtan şu soruyu sordu;
‘Anne, masalların sonunda hep iyi olanlar kazanıyor, ama kötü birileri hep canlarını yakıyor. Sonunda iyi şeyler olması için önce üzülmeleri mi gerekiyor?’
Öylece kaldım. Düşündüm; Küçücük elleriyle hayata tutunan bir çocuğun hayatta bedel ödemek kavramıyla ilk karşılaşmasını, hayata dair ilk masalını.
Hayatın bir varmış, bir yokmuşları, bir göz açıp kapayışları, çocukların hayalleri, büyüklerin yaşamak istedikleri.
Çocukluğun sesidir masallar, bazen annenin, babanın, ablanın.
"Sora sora az gidip uz gidip Kaf Dağı' na, izini arar saadetin, dünyalılar" diyor ya şarkı, işte büyüdükçe herkes kendi masalına uygun bir gerçek arıyor, hem de en gerçek kendi masalıyken.
Hayat bir masalsa yaşanması gereken, herkesin masalı vardır ve herkes kendi masalında baş kahramandır. Masalların tadı, anlatımdaki ustalıktandır.
Başkalarının hikâyeleridir masallar, onların düşünceleridir. Başkalarının hayatları, başkalarının aşkları, mutlu sonlarıyla başlıyoruz hayata. Çocukluğun yontma taş devrinde, başkalarının aynalarında görüyoruz kendimizi, masal kisvesi altında.
Oysa sayfada durduğu gibi durmaz masallar, onlar da yorgun düşebilir, anlatanlar da.
Aynı masalı defalarca kez dinleyecek sabrımız olsa da, hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız. Büyüdükçe olgunlaşıp her şeye mantık ile bakmaya başlayınca, bir şekilde uzaklaşmış oluruz masallardan.
Muhatap alınacak bir çocuk yoksa ortada, masal da yoktur.
Gerçek yaşamın ötelenemeyen getirileri, hayallerden yoksun bıraktığı gibi bizi, masallardan da uzaklaştırıverir.
Günlük yaşamın ucuz kahramanlarına kulak verme zorunluluğu, masal kahramanlarına mesafeli olma zaruretine itiverir. Ancak insan her zaman biraz çocuktur, değişen sadece oyuncaklardır.
Her masalın, hayatta vermek istediği bir ders vardır. Çünkü masallar masal anlatmaz.
Küçükken alınan dersler ile büyüdükçe öğrenilen şeyler birbirinden farklıdır o kadar.
Mesela Sinderella; Küçükken Sindirella masalından alınacak ders; İyiler hep kazanır, külkedisi olsan da hep bir şansın vardır.
Oysa büyükken şu gelir akla; ‘ Gece onikiden sonra, hatun kısmının ne işi vardır dışarıda’.
Kırmızı başlıklı kız masalında; ‘Yolda her gördüğünle konuşma, muhatap olma’,
Alaaddin’ de; ‘Sokakta her bulduğunu karıştırma’,
Heidi’ de; ‘Akıllı kız ol, patikalarda keçi kovalama’,
Pinokyo’da; ‘Baban marangozsa yalana bulaşma’…
Masallar, hayallerde kurulan düş kentinin beyaz boyalı ahşap çitleriyle çevrilmiştir.
Bulutu kesen mavinin, sarıyı doyuran güneşin, üstünüze sinen mucizenin hayat bulduğu yerdir.
Ve giriş tabelasında tek bir cümle yazar; ‘Dikkat masal sahası; Baret takınız, başınıza elma düşebilir!’
Masallar da hayatın içinde, o kadar kolay değil galiba. Kahramanların neler çektiğini, bir de onlara sormak gerek aslında.
Mesela; Biri kurbağa öper, biri yüzyıllarca uyur, biri yedi cüceyle yaşar, biri kuleye kapatılır.
Bir prenses bile olsan, kadınlık zor iş masallarda da.
Hem kahramanlar, o kadar da masum değillermiş uzaktan bakınca; Pamuk prenses, cüce müce yedi tane adamla aynı evi paylaşıyordu, Pinokyo yalancıydı, Robin Hood bir hırsızdı.
Tarzan, ortalıkta çıplak vaziyette dolaşıyordu.
Bir yabancı çıkagelip Uyuyan Güzel'i öptü ve onunla evlendi.
Sinderella, annesine yalanlar söyleyerek bir partiye katılmak için gece evden kaçtı.
Yani yaptığımız şey, bir masalın ağzını kapatmak ve yatmak, akşam masallarla uyurken, her sabah gerçeğe uyanmak.
Aslında masallar, büyüdükçe yazılıyor insan yüzünde.
Kendi masalımı düşündüm ben de; Başı belli, herkesin başladığı gibi, prensestim ben küçükken, öyle zannederdim.
Ne külkedisi gibi balkabağından bozma, fareden olma hayatım oldu ne de pamuk prensesin ki gibi bir elmaya kanıp bayıldığım.
Sadece prensestim işte, kolları yerine kanatları olsun diyen, yüreğinin götürdüğü yere uçmak isteyen.
Büyüdükçe gördüm ki uçan halıya tüm kalbinle tutunsan da süpürgeyle uçmak kazandırıyormuş hayatta.
Yoksa kolun kanadın kırılıyor, canın fena yanıyormuş.
Kimi kez minik cüceleri devleştirdim, öpünce prens olacağını sandığım kurbağalarla yüzleştim. Bazen içimdeki Pollyanna da uyanmadı değil hani.
‘Her şey iyi olacak, evrenden iste yeter’ meteforuna sığınan yarı deli Pollyanna.
Şimdi bildiğim, bu masalı ben yarattım, sakin ve huzurlu, artık gururlu.
Çoğu kahramandan daha şanslı ve mutlu. Prenses değilim belki ama hükmünü kendim sürdüğüm, üstüne üstlük taçlandırdığım uçsuz bucaksız bir kraliyetim var; sohbeti, keyfi eksik olmayan neşeli bir kraliyetim.
Masalın başını kaçırdığım zamanlarım da oldu, ama bu yalnızca benim suçumdu, kahramanlar masumdu.
En gerçekçi masal aşktır. Gerçek olsun istersin masallar ya da biraz düş biraz gerçek.
Ama sıcacık olsun. Birbirinin masal kahramanı olmak isteyen iki kişinin, kimselerin anlayamayacağı bir dilde, tek bedende, bir sayfada buluşması.
Baharda yağan kırkikindi yağmurları gibi süzülerek akar yüreğine, kainat gözlerinde dize gelir. Başlık koyamazsın, kıyamazsın. Ve kalbin nar taneleri gibi dağıldığında, masalın kan kırmızı renge bulandığında, annenin; ‘oyuncaklarını topla’ diye yankılanan sesi, bu sefer tanınmaz bir halde sana haykırır: "Topla o kalbini yerden, akşama yeni maskeler, misafirliğe gelecekler."
‘Bir varmış, bir yokmuş’ ile başlayan masallar, çocukken o kadar da koymuyormuş insana. Tahammülümüz varmış, bir görünüp bir kaybolmalarına, nasılsa uyuyormuşuz sonunda.
Büyüdükçe, bir var olup bir olmayan masallar mutlu etmiyormuş bizi.
Dinleyip de ‘yine yok oldu’ diye üzülmektense gerçeklerin soğuk haliyle yüzleşmeyi seçmişiz tek seferde.
Çünkü o masal, uyutmazmış sabaha koşan gecelerde.
Aklımızdan geçen tek cümledir o sırada; ‘Bana masal anlatma’.
Oysa tam da büyüyünce ihtiyaç duyulur, masallara inanmaya, çünkü hayat masalların bittiği yerde başlar.
Ve herkes kendi masalını yaşar…
Cansen ERDOĞAN