‘Güneş niye sarı? ‘,
‘Geminin yüzmek için suya ihtiyacı var ama içine su girince niye batıyor o halde? ‘,
‘Niye cumartesi ve pazartesinin kendilerine ait adları yok?’…
Küçük bir çocukla yaşıyor olmak, hayatta öğreneceklerinizin hiç bitmemesi demek. Her an cevabını vermekte zorlanacağınız hatta belki cevap dahi bulamayacağınız bir soru ile karşılaşma ihtimali demek. Küçücük elleri, küçücük yüreği ile dışarıdaki kocaman dünyayı soruları ile keşfederken siz hem öğretiyor hem de onunla birlikte yeniden öğreniyor olursunuz tüm bildiklerinizi, temize çekersiniz kendinizi…
Denize doğru eğilmiş balıkları izliyorduk birlikte. Yine ardarda sorular; ‘Balıklar, suda nasıl nefes alır, yemek yerken nasıl su yutmuyorlar’ gibi kolay soruların zor cevapları kitabına konu olabilecek mevzuları konuşuyorduk. ‘Peki anne, balıklar hakkında sen ne biliyorsun, ne öğrendin bugüne kadar? ‘ sorusu karşısında dayanamadım ve gülerek; ‘Valla ben öğrendim ki, balık en iyi rokayla bir de yanında rakıyla iyi gider. Hele muhabbet de iyiyse işte o balık seni mest eder.
Bunun üzerine oğlum gözlerini kocaman açarak;
‘Şu hayatta bir bunu mu öğrendin anne ya’ demez mi?...
Sahi neler öğrenmiştim ben ya da şöyle demek daha doğru belki de;
Neler öğretmişti hayat?
En çok zamanı öğretmiş hayat bana; Zamanın her şeyi unutturacağını, zamanla yarışılmayacağını. Hayatın siyah-beyaz, doğru- yanlış, günah- sevap gibi genel geçer kavramlardan daha derin olduğunu, bunlara takılarak içerideki asıl renk cümbüşünü kaçıracağımızı. Yüreğiniz ne kadar acırsa acısın, içiniz ne kadar yanarsa yansın, dünyanın sizin için dönmesini durdurmadığını ve ‘artık bittim’ dediğiniz anda bile pilinizin bitmesine daha çok olduğunu. Bunları öğrenirken, hayatın elinde bir cetvelle resimler üzerinde göstererek öğretmesini isterdim. Meğer o cetvelle yüreğine vura vura öğretiyormuş, yaşayarak öğrendim. Dostluklarda mesafe olmadığını öğrendim. En yakınındakiler anlayamazken seni, sık konuşamadığın, çok görüşemediğin uzakta biri, sesinin tonundan, kelimelerinin renginden anlayabilirmiş ne demek istediğini, kalbinin sesini. Hayatının en zor dönemeçlerinde, en yakın sandıklarının yanında olamayabileceklerini oysa hiç ummadığın kişilerin seni kollarından tutup kaldırabileceklerini öğrendim. Hayat okumayı öğretti bana ve de yazmayı. Yazmak kendimi öğretti bana. Yazmak, can veriyormuş duygulara ve yazarak yaralayabiliyormuş insan en sevdiklerini, hani kalem kurşun ya. Gitmeyi öğrendim, kendimle ve kendime rağmen. Öldürmeyen acının güçlendirdiğini ve Allahın yedi günde yarattığı dünyada, kendiminkini yedi saniyede mahvedebileceğimi öğrendim. Ve eğer mahvedebiliyorsam düzeltebilecek yetide olduğumu da… Aynı yöne, aynı şeye, aynı şekilde bakan iki kişinin her zaman aynı şeyi görmediğini, ne kadar ince kesersen kes her işin iki yüzü olduğunu öğrendim. Bir insanın sizi, sizin istediğiniz şekilde sevmiyor olmasının, sizi sevmiyor olduğu anlamına gelmediğini, sevmenin ve sevginin türlü şekilleri olduğunu öğrendim, yüreğim ince ince kıyılırken… Tesadüflere inanmamakta ne kadar haklı olduğumu gördüm; Hiçbir kişi, hiçbir olay ve hiçbir karşılaşmanın hayatımıza öylesine girmediğini, her birinin bir sebebi, öğretmek istediği ana fikri ve iletisi olduğunu öğrendim, maharetin de bu iletiyi bulmak olduğunu.
Yıllarımı aldı ama başkalarını affetmenin yetmediğini, insanın önce kendisini affetmesi gerektiğini öğrendim. En çok yüklendiğimiz kendimizi rahat bırakıp salıvermek ruhumuzu serbest gerektiğini. Zaten sizi çok üzen şeyi affedip ruhu serbest bırakınca, hissedilen her şeyi arşivleyen kader, kendisiyle en iyi biçimde ilgileniyor.
Tabi bu arada sinemaya yalnız gitmenin çok keyifli olduğunu, alışverişin gelmiş geçmiş tüm terapi seanslarından daha etkili olduğunu, yağmurda yüzmek gibisinin olmadığını ve uyanınca içilen köpüklü Türk kahvesinin, sabah yapılan en iyi ikinci şey olduğunu da söylemeliyim. Çok kızgın olduğunuzda uyumanın, üzgünken arabada müziğin sesini sonuna kadar açıp şarkıya eşlik etmenin, çıplak ayak çimlerde yürümenin iyi geldiğini de belirtmeden geçmeyeyim o zaman…
Velhasıl hayat geçip giderken, bizi de kolumuzdan tutup sürüklerken ne çok şey öğreniyormuşuz meğer. Yaş’landıkça değil tecrübeyle büyüyormuşuz. Ve hayat, zaten bu tecrübelerin tamamından ibaretmiş aslında.
Tam da, ‘Her canlı ölümü tadacak ama sadece bazıları hayatı tadacak, bunu öğrendim’ diyerek yazıma son verecekken içeriden adımı seslendiklerini duydum; ‘Hadi gel, sofra hazır, balıklar pişti’. Gülümseyerek içeri doğru ilerlerken aklıma geldi, bir öğrendiğim;
“Balık en iyi rokayla bir de yanında rakıyla iyi gider. Hele muhabbet de iyiyse işte o balık seni mest eder.” Hatırladınız biliyorum, bunu daha önce de söylemiştim
CANSEN ERDOĞAN
Twitter’dan takip etmek için
@cansenerdogan