Bitmek bilmeyen yağmurların ardından görünen masmavi gökyüzünde, iki sevgilinin sahilde elele yürüme tandansına şahit fon resminde, edilen duaları Yaradan’a götürmekle yükümlü posta misali cami önlerinde bekleşen halleriyle ve tuvale dökülen her İstanbul siluetinde sonsuzluğa kanat çırpan halleriyle, korkunun, umudun, huzurun, özgürlüğün simgesi; Kuşlar…
Kara kelemle çizilen iki dakikalık bir manzara resminde de, sarıya, maviye batırılmış tuval darbelerinde de yerini alır, alacalı, siyahlı beyazlı kuşlar. Dalgalı, koyuya bulanmış denizin hemen üstünde, puslu havanın merkez kaç kuvvetinde seyreden martılar. Kargaların kulakları sağır eden, bülbüllerin gönülleri mest eden sesleriyle, intihar yada yeniden doğma portalında denize dik pikeleriyle albatroslar…
Gelinlik kızdır kuşlar, vakti gelince yuvadan ayrılır. Küçük serçe, ağlayıp annesine sarılır. Bilinmeze ilişkin gök boşluğuna usulca kendini bırakır. Süzülürken gökyüzünde, bir eşi artık kanat yoldaşıdır. Bazen ümitsiz sevdalara tutulur kuşlar. Özgürlüklerine rağmen amansız ve de zamansız bir sevdaya tutsak olurlar. Kanatları ağır gelir, küçücük yüreklerine, gagaları sus kalır. Kuş balığa aşıktır, aşıktır da yuvaları neresi olacaktır ?
Dilinde aşk türküleri, yüreğinde güle olan bitmeyen sevgisi ile kuşların en aşığı bülbüldür. Gül bülbülün sevgisine inanmamış, bülbül de güle aşkını bir türlü anlatamazmış. Gül kendini sıradan bir ot sanarken, bülbül ona gül olduğunu bıkmadan anlatmaya çalışırmış. Gülün kendine güvenmemesine, üzülmesine dayanamayan bülbül, birgün serenat yaparken sevdiğine, sırtını dayamış güle ve gülün dikenleri batarak delik deşik etmiş, bülbülün sevmekle atan küçük yüreğini. Gül, artık inanmış gül olduğuna inanmasına da bülbülü artık yokmuş yanında, yokolup gitmiş ölümün sonsuz boşluğunda. Derler ki, bülbül gülü her sabah, gün doğmadan en güzel şarkılarıyla uyandırır, gülün üzerindeki katreler ise, gülün bülbüle döktüğü gözyaşlarıdır.
Delinin en delisidir leylekler; Yazın bir yerde, kışın başka yerde. Mutsuz yarınlarından korkan seyyahlardır, tenlerine yalan değil uzak diyarların tuzu değen. Gagalarında yeni doğmuş küçük hayaller taşıyan ve tek tutkuları durmaksızın uçmak olan. Zayıf, ince bacaklarının kendilerini taşıyamayacakları korkusundan mı, bir daha geri dönüp dönmeyeceklerinin huzursuzluğundan mıdır, yüzleri hep endişeli, gözleri düşünceli… Uzun yolculukların, aşılan lacivert ummanların, adı bilinmeyen, haritada gözükmeyen adaların adıdır leylekler. Ve tabi vefasızlık simgesi, ihanetin resmi dili. Kanat çırptıkça, uçtukça semaya, gitgide küçülürler gökyüzünde. Oysa ki gitgide büyür leyleklerin, göçebe seyyahların arkalarında bıraktığı sessizlik ve de yalnızlık…
İşveli ve de cilveli kadındır keklik…Öyle evinde, yerinde görünse de aklı hep gökyüzünde, özgürlüğünde. Kınalı tüyleri, sürmeli gözleri hep avcının dikkatinde, namlu ucunda, tüfek kabzasında. Toplar kanadını, sekerek yürür keklik, bir yürür, bir durur. En fark edilen olmak ister kalabalık yalnızlıklarda ve de en fark edilmeyen, tenha kalabalıklarda. Toplar yavrularını, kanatlarının ardına, düşer mavi bulutlarla bezeli yollara. Göç hüznüne tutulmuş
yüreğiyle hayatta kalma mücadelesi verirken, yalnızlığının loş duvarlarını sobeler çğu kez çaresiz. Sevmekten yorgun atan kalbi, sisli duygularının rıhtımsız denizinde kaybolmuş bir o yana bir bu yana savrulurken tutunacak bir dal arar, mecaz değil sözlük anlamıyla.
Bir yerlere ait olmayan kuşlardır, Tarla kuşları. Yuvaları vardır ama tarlalar onların değildir. Kara elbiseli düşmanları vardır onların, korkuluk adı verilmiş kabusları. Ürkektir kalpleri, her an vurulmaya hazır, ölmeye nazır. Kanatlar onlarındır ama gökyüzü hiç onlara ait olmamıştır. Ötüşleri vardır, ürkek, tedirgin. Bir tüfek sesi kadar sürer ötmeleri ve bir mermi hızı kadar…
Kuşlar, insanlardır aslında, hayatın gökyüzünde uçup duran. Bazen kanat çırparak süzülen, bazen pikeyle rüzgara tutunan. Mesnevi’ de geçer;
Bir gün bir bilge kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı cins kuşun nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini...
Biri karga, biri leylek...
O kadar farklıdır ki bu kuşlar. Bilge adam ihtimal veremez bunların birbirlerini seçtiklerine. Kendi türleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine. Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğin ise leyleklerle. Yaklaşır bilge adam ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar. O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Topal kuşlar birbirlerinin arızalarını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenebilirler öylesine...
En sahici dostluklar, ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mutlu olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir, uçar, söner. Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran...
Tanrı, kuşları sevdi, ağaçları yarattı. İnsan kuşları sevdi, kafesleri yarattı…
Hayat, bir gökyüzünden ibaret aslında. Yedi kat tepede başlayıp, bir avazda doğan. Yavrularıdır kuşlar, besleyip koruyan doğa ananın. Kuşlar büyür, soluksuz kanat çırpar. İnsan büyüdükçe hayata kuşbakışı bakar. Gücü gagasında, uçmaya hazır kanatlarında saklıdır. Yüreği varsa uçar, yoksa başını kaldırır, semaya dalar. Korkacak da bir şey yoktur aslında; Çünkü açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez ve kuşlar uçmayı istese de unutmaz…