Bir yerde küçük insanların gölgeleri büyüyorsa, orada güneş batıyor demektir der atasözü. Küçük insanların gölgelerinin büyük olması güneşin ışıltısından mı yoksa batan güneşin karanlığa en yakın zamanının bir lütfu olmasından mı bilinmez ama mecaz anlamıyla değil de sözlük anlamıyla bakıldığında yayılan ışığın yüzeyde okuduğundan ibarettir derim ben. Işık azalınca, renk azalıyor, gölgeler büyüyor. Korkular, endişeler, hüzünler saklanabiliyor gölgeler ardında ve gizleniyor yumuşak karınlar, insanlık adı verilen maskeli suratlarda; Boyası akmış, mutluluğu sahte…
Boyalar;
Renkler…
Hayatın siyah ve beyazdan ibaret olmadığını hatırlıyorlar, ikisini ayıran griyi saymazsak.
Ses demek bence renk, ışık demek.
Duymanın gözdeki tezahürü, müziğin mercekteki melodisi.
Sesler kelimelere, kelimeler düşlere, düşler renklere dönüşür zamanla ve her renk bir duygu olur, her duygu bir insan.
Eski Yunan zamanında çıkmış renkler ortaya, hayal bu ya.
Mitolojide bir şenlik akşamı, bütün Tanrılar orada, eğlence, kahkaha gırla, keyifler tavanda.
Bir anda bir tartışma çıkmış, şiddetli bir kavga başlamış. Müzik susmuş, her şey oraya buraya dağılmış. O sırada renkler de arbedenin hızıyla uzaklara savrulmuş, dört bir yana saçılmış. Mavinin bir kısmı denize, kalanı gökyüzüne, sarı olanca hızıyla yükselerek güneşe yapışmış. Kahverengi, tüm ağırlığıyla toprağın, yeşil ağaçların, bitkilerin üzerine düşmüş. Kırmızı, insanların kalplerine, dudaklarına, pembe bebeklerin giysilerine kokularına sinmiş. Renkler düşerken, insanların üzerine de sıçramış, çeşitli görüşler, renkler ve de zevkler, işte böyle oluşmuş.
Her duygunun bir rengi vardır, yüreği titreten her bam telinin ayrı ayrı. Özlemenin rengi vardır, beklemenin ayrı. Eflatun susmalar vardır, koyu ayrılıklar. Terk etmeler, bulutlu bir havada İstanbul, uzaktan görünen camileri ve kubbeleri ile Boğaziçi silueti; rengi kurşuni. Kimselere belli etmediği, geceyle öpüşen lacivert korkuları vardır insanın, bordo gururun arkasında saklı. Siyah matemleri, yeşil ümitleri, gri çaresizlikleri... Hayatın siyah beyaz olmadığına delalettir renkler. Acıların yanında mutlulukları, ayrılıkların yanında kavuşmaları, ağlamaların yanında kahkahaları anımsatır. Tek tip arzular, prototip hayatlar, düzenin dişlileri arasına sıkışmış kurallar arasında insan olduğunu hatırlatır renkler. Ve insan hep beyazlar içinde olmak ister de en çok beyaz lekeleri belli eder...
Boş bir tuvalde can bulur hayaller çoğu kez. Elinde fırça, düşüncelerin renkli paletine daldırarak çizersin düşlerini. Bazen rengarenk olur tuval bazen karanlığı çağırırsın, kopkoyu olur. Ne istediğini bilmez olursun kimi kez, Picasso'nun sürrealist tabloları gibi. En güzeli de model olmaktır o tuvalin önünde. Hani düşlerini yaşayan bir ressamın tuvalinde can bulmak gibi, o tuvalin eseri, Yarı çılgın hayallerin mahsulü olmak gibi.
Her şey, herkes kendi rengince konuşur, insanlar da öyle... Mordur auraları bazılarının ,hep dimdik dururlar hayata karşı. Sanatçıların, Çingenelerinin rengarenkliğinin tersine ölçülü pastelleri vardır asillerin bir de mesafeli grileri, bejleri. Mavi melek kalpleri olan insanlar vardır çevrenizde bir pozitif turuncu ruhları. Uyuşuk sarıları nerede olsa tanırsınız; Güneş gibidir onlar, etrafı aydınlatır, gerisine karışmazlar. Kırmızıdır onların bacasından aşk tutan kalpleri, dudaklarından aşk dökülür pare pare. Kırmızı insanı tutkudur, arzudur, sevdadır, hırstır. Yaş ilerler, hayat kahverengiye benzer. Işığı törpülenmiş, umudu tükenmiş. Pembe kokar, çocukluğunu henüz yitirmemiş yürekler. Fırından yeni çıkmış cupcakeler’gibi biraz şirin, biraz muzurdurlar. Bir de ebruli’ler vardır;
İçi içine sığmayan, hayatın renkleri yetmez olan. Bir renk daha katarlar hayatın renk skalasına, tabi kendi ruhlarına da. Hayat bir gökkuşağı ise, her renk renk birbirine muhtaçtır, insanlar gibi aslında. Mesela yeşilsin, koskoca ağaçlara, doğaya renk vermişsin ama sarıyla mavi karışmadan bir hiçsin…
Peki o zaman sen ne renksin?
Ya da tuval misin şu hayatta, model misin ?
Çok önemli, bence bunu iyi düşünmelisin….
Cansen ERDOĞAN