Hani zaman ya en büyük problemimiz, hani yetişememek ya ona en büyük şikayetimiz, mevsimler de bu zaman çarkının sabit dişlileri işte…
Kış mevsimini, güçlü, otoriter ve ne istediğini bilen bir erkeğe benzetirim ben.
Bahar, başında yeni yeni kavak yelleri esen, umarsız ve cıvıl cıvıl genç kız demek benim için.
Yaz, kadın, tüm yüreğini açan, herkesi kucaklayan ve kollayan, sıcacık, naif bir anne.
Ve sonbahar, bin bir köşeye dağılmış insanların kürkçü dükkanına döndükleri, bir araya geldikleri mevsimlerin hüzünlü prensesi….
Yaz…
Sonbahara vurgun olsam da tüm yüreğimle, kıyamıyorum ben bu mevsime nedense…
Koca kışın gri ve siyah rengini salkım saçak pembeleriyle bize unutturmaya çalışan erguvanlardan hemen sonra geldiği için mi acaba…
Ya da tüm sene kurulan tatil hayallerinin gerçeğe dönüşme ihtimalinden midir yoksa…
Yaz…
Yüzümü okşayarak geçip giden ılık meltemin burnuma getirdiği ıslak yosun kokusu…
Gün güneşe kavuştuğunda, gözlerinden dökülen mutluluk katreleriyle kırmızı, pembe gülleri budayan bahçıvanların makas sesleri…
Kenarları dantelli masa örtülerinin üzerinde, kocaman bir vazoda duran renkli ortancaların doyum olmaz görüntüsü…
Çocukken yaz, üç ay tatil demekti…
Sabahtan akşama kadar deniz kenarında oynamak, kumdan kaleler yapmak, ağaçtan kozalak toplayıp içinden bal çıkarmak demekti.
Hava kararmaya başlarken bahçelerden gelen mangal kokusu, evlerden yükselen kahkaha demekti.
Yemekten sonra, sahilde toplanma, ateş yakma ve etrafında gitar çalıp şarkı söylemek demekti.
Büyümek için dua etmek, hayal kurmak demekti…
Sonra zaman, dualarımız kabul etti;
Büyüdük; hem de farkına bile varamadığımız bir hızla…
Üç aylık tatillere veda zamanıydı; on gün bilemedin on beş günlük izinler vardı artık…
Sabahtan akşama kadar deniz kenarında oynamalara da son verme zamanıydı; güneş artık zararlıydı, hem sizin yetiştirilecek bir raporunuz, projeniz mutlaka vardı…
Mangal keyfi hala revaçta, ama dikkat edin kolestrol derdi, kilo meredi, pusuya yatmış, kapınızda…
Gerçekten de biz büyüdükçe, her şeyi yapmaya muktedir oldukça daha mı yapamaz olduk sanki hiçbir şeyi…
Yazın gelişinin hayalini kurup geldiğinde usulca önümüzden geçip gidişini izliyoruz sürekli...
Öyle yoğunuz ve bu hayat içinde öyle hızlı yol alıyoruz ki, bir arayış içinde ne aradığımızı bile bilmiyoruz.
Haddimi aşarak akreple yelkovan arasındaki hız yarışına katılıp kendimi fazlasıyla kaptırdığımda durup düşündüğüm ve çok sevdiğim bir hikaye var;
Peru’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor.
Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar.
Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve öylece beklemeye başlıyorlar.
Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor;
‘Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?’
Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki;
‘Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…’
Öyle bir zamandayız ki hiçbir şeye tam olarak yetişemiyoruz; ne çevremize, ne ailemize, ne işimize ne de kendimize…
Bölük pörçük vakitler ayırıyoruz her bir kaleme ama yine de hepsi hikaye…
Sürekli bir eksiklik duygusuyla duvarlara çarpa çarpa kanatıyoruz kendimizi…
Hiçbir şeye vaktimiz yok bizim; gerçekleşmesinden çok gerçekleşme ihtimalini sevdiğimiz hayallerden başka…
Her şeye rağmen yaz demek tatil demek benim için…
Uzun beyaz elbisemi giyip yalınayak basmak çimlere…
Sabah herkes uyurken kalkıp yüzmek, sonrasında upuzun kahvaltılar yapmak sevdiklerimle…
Öğle vakti güneş tam tepedeyken, bir hamakta azıcık kestirmek ağaçların gölgesinde…
Denizin kumları yaladığı sahil kenarında, uzun yürüyüşler yapmak, geniş kenarlı şapkamla…
Şehirde fönlü ama tatilde mutlaka tokasız saçlarımı serbest bırakmak ve rüzgarla dansını hissetmek…
Kızgın kumlardan serin sulara atlamak ve uzanmak kumlara, şairi kıskandırırcasına…
Gece olunca ayaklarımı mehtaba uzatmak ve de sırtımda incecik bir şalla şarap içmek kıyıda…
Derinlere dalıp düşünmek, bazen hatırlamak bazen de unutmak, bir hayale yaslanıp yaralanmak sonra da sevgilere tutunmak…
Yaz…
Yakıp geçen kısa aşklarıyla, bunaltan sıcağıyla zalim…
Ansızın boşanıveren yağmurlarıyla deli dolu…
Akşam sefalarında, dost meclislerinde, ağaçların gölgesinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerdeki kahkahalarıyla işveli ve de cilveli…
Tüm yıl beklenen ve beklendiğine değilen...
Tatil demek benim için de, huzur demek, mutluluk demek ama en çok da durmak demek…
Hızla koşan bedenime biraz mola verip ruhumun bana yetişmesini sağlamak demek…
Hayat, yalnız bizim izin verdiğimiz gibi geçer; iyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş;
Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda…
Sahi sizin ruhunuz bedeninizin neresinde?
Duraksadınız mı, o halde durun ve bekleyin ruhunuzun bedeninize yetişmesini ve bunun tam zamanı, işte bu yaz mevsimi…