ŞARKILAR SENİ SÖYLER
Kadın, otuz altı yaşında İngilizce öğretmeni. Köklü bir edebiyatçı ailesine mensup ki kendisi Ünlü edebiyatçı Recaizade Mahmut Ekrem’in torunu. Bitmiş olan evliliğinden bir kız çocuğu var; Esmer, kocaman kara gözleri olan. Güzel yazılar yazıyor, genlerinde de var ya. Arkadaşları ısrar ediyor, şarkı sözü yazmalısın diye, o da deniyor. Yazıyor, çiziyor, denemekten vazgeçmiyor. Ve bir gün Nilüfer’in okuduğu ‘Kalbimde Pusula’ şarkısı ile şöhretin kapıları onun için aralanıyor…
Adam, yirmi dört yaşında, Boğaziçi Üniversitesinde kimya mühendisliği okuyor, piyano çalıyor, müzikle uğraşıyor. Türkiye’nin ilk kez katıldığı 1975 Eurovision elemeleri için açılış müziği yapıyor, Timur Selçuk’a gönderiyor. Ve televizyonda elemeleri izlerken çalınan parçaya kulak kabartıyor, kulaklarına inanamıyor; Çalan parça, onun bestesi; ‘Çobanyıldızı’. Ağlamaya başlıyor. Ardından gelen üç parçanın sözleri dikkatini çekiyor ama ondan daha fazla dikkatini çeken ise üçünün de sözlerinin altındaki imzanın otuz altı yaşında bir İngilizce öğretmenine ait olması. Ve kaderin garip bir tesadüfü ki Çoban Yıldızı’nı bestelediği yarışma, onun kendi çoban yıldızını bulmasını sağlayacaktı. Ne de olsa Çoban Yıldızı, Venüs’tü, yani Merkür’den sonra güneşe en yakın olan gezegen…
İlk görüşte aşk değildi onların ki, yoktu öyle el titremeleri, kalp çarpıntıları falan. Baştan sona bir çekilmeydi aralarındaki, biraz tutku, biraz huzur, biraz vurulma. Karşısındaki kadın gözleriyle gülendi. Karanlığı aydınlatan, kışı yaza, hüznü sevince döndüren ve bir cümlesiyle devam etme gücü veren özel bir kadın. ‘İşte öyle bir şey’di ilk hissettikleri birbirlerine. Ve Çiğdem Talu ile Melih Kibar’ın birlikte yarattıkları o ‘İşte Öyle Bir şey’ ile başlayan, müzik piyasasını altüst edecekleri sekiz yıl, üç günlük serüven de böylece başlamış oldu.
Çiğdem Talu’nun artık sadece Melih Kibar’ın bestelerine söz yazacağını basına açıklamasıyla bu kez gözler aralarındaki ilişkiye çevrildi. Toplum, tam da kendisinden bekleneceği üzerine rutin değer yargılarına uymayan bir norma, aradaki on iki yaş farka tepki göstermişti. Duygu yüklü melodiler, bam telini titreten güfteler bile yumuşatamıyordu bu görüşü. Tarafların birbirlerine dahi itiraf edemedikleri ama yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlayan duyguları karman çorman olmuştu. Sorumlulukların, yanlış imaj verme korkusunun, yaş farkının ağırlığı, ilişkinin içinde iyice hissedilir olmuştu. Bunun üzerine Melih Kibar, kimya eğitimine devam etme kararı alarak master yapmak içim İngiltere’ ye gitti.
Ama mesafeler, aşkın sigortasıdır ya, onlarınki de aynen öyle oldu. Besteler, yol oldu onlara, güfteler kılavuz. ‘İçimdeki Fırtına’ tam da o dönemde yazılmış, ‘bu hayatın sevdan olmasa çekilmeyeceği’ o vakit anlaşılmış, ‘gel de ne çektiklerini bir de onlara sorma’ zamanı, işte o anmış. Aşk işte, ne kadar kaçsan da, kopmak için çabalasan da bir şekilde tutuyor kalbinden, çekip sürüklüyor. İngiltere’ ye gidip geliyor Talu sık sık, daha doğrusu yüreğini takip ediyor. Yaşıyorlar, toplumun elinden tutmadığı masum ve temiz sevdalarını. Birlikte yarattıkları şarkılar, satış rekorları kırarken, listelerden haftalarca inmezken onlar ayakta tutmaya çalışıyorlar on iki yaşlık farkın ağırlığı altında iki büklüm olmuş aşklarını.
Ve bir gün aşklarını bitirme kararı aldılar, sonsuz bir iradeyle topluma direnmek, olamayacak düşlerin peşinden gitmek yormuştu onları ve ikilinin en sevdiğim şarkısı, meğer onların bu bir yıllık sonsuz aşkını anlatıyormuş;
Daha seni ilk gördüğümde/ Daha yüzüne baktığımda/ Bana baharı anımsatan
Biri umut doğdu içime.
Daha seni ilk gördüğümde/ Daha elini tuttuğumda/ Yaşamaya başlıyorsun/ Dedim kendi kendime…
Öyle büyük bir mutluluk/ Bir anlam verdi ki/ Seninle geçen o bir yıl yaşantıma
Öyle çok sevdim ki seni/ Öyle çok ki anlatamam/ O bir yılın anlamını/ Bin yıl geçse de unutmam…
Sadece aşklarını gömdüler içlerine, birbirlerini değil… Kibar’ın çok mutlu olmasını istiyordu Talu, öyle ki Melih Kibar’ın nikâhında nikâh şahidi olup onun mutluluğuna şahit olacak kadar çok seviyordu. Sonra o apansız hastalık geldi buldu Talu’yu. Hiç kimseler konduramasa da, sonuna kimseler inanmasa da aldı götürdü bu ruhu güzel, gönlü güzel, kocaman yürekli kadını diğer tarafa. Ve ondan yıllar sonra, onu unutmak için her şeyi yapan ama bunda başarılı olamayan Melih Kibar da bu dünyada kuramadıkları cenneti orada yaşamak için onun yanına gitti.
Ilık bir sonbahar gecesinde Kuruçeşme’nin boğaza nazır konser alanında artık her şey hazır… Yüzlerce kişi, ünlü seslerden onların şarkılarını dinlemek için doldurmuş alanı. Ay dolunay, deniz aydınlık. Aşkı ayakta duran vuslatsızlık mı bilinmez ama onlar gökyüzünde bir yerde vuslata erdiler biliyorum. Yeni şarkılar yapıyorlar birlikte, içine aşk yazıp sevgiyle çalarak. İşte orkestra Çoban Yıldızını çalıyor, herkes düşünceli, herkes sessiz. Oysa onlar oradan seyrediyorlarsa eminim mutlu eminim keyifleri yerindedir.
Düşündüm de, zaten bu aralar, öyle çok kişi gitti ki buradan yanlarına, oralar artık daha bir eğlenceli, daha bir keyifli oldu sanki…