Aşk gibi…
Ne zaman, nereden geleceği belli olmayan.
Uyutmayan ya da bir gece vakti sebepsiz uyandıran.
Kalbin fay hattından geçerken kırılan, şiddetli bir sarsıntıyla taş taş üstünde bırakmayan.
Koyu karanlıklarda beklerken zamansızlığı, sıfırdan başlamak en doğurgan acılarda.
Ve öylece beklerken yaşanan enkazın altında, bir ucundan bağırmak suskunluğa;
‘Hani hudut çizilemezdi bir gülüşün aydınlığına’.
O zaman gece niye hala karanlık, korkutuyor hala.
Çünkü artçılar orada, yokluyorlar arada.
Yapacak bir şey yok, yüreğin fay hatlarına kurulduysa, buna da alışırsın, sarsılsan da yıkılmazsın…
Cehennem gibi…
Karanlık, basık.
Gölgeli duvarlarda, terli ve de endişeli bir bekleyiş.
Dışarıda mahşer kalabalığı, içeridekilerin canhıraş çığlıkları.
Korkunun can pazarında huzursuz nöbetler, sayıklayan yaralı bedenler, can çekişen yürekler.
Kanamış kabuklarıyla yorgun hayaller, geriye kalan satılmış yalnızlıklar, dipnot düşülmüş akla ziyan feryatlar.
Yeraltından gelen bir uğultuyla sarsılan hayatlar, yanan ruhlar.
Beton kokuyorsa siyahlar, gökyüzü yetim, kaybolduysa ay ve yıldızlar, yapacak bir şey yok, alevle yıkılacak, çökmüş hayatların altında kalan ruhlar…
Dünyanın içmiş halidir deprem, ayakta duramayacak halde olması. Hani mutluluktan içer ya insan, ya da efkardan, dünyada işte öyle; kırılır yüreği, şöyle bir dürter, sarsar bizi. Kim bilir, bu belki de Tanrı’nın ‘kendine gel’ deme şekli. Yaşamla ölüm arasındaki o birkaç saniyede ayakların titremesi hali. Bir sesle gelir deprem, derinden gelen bir uğultuyla. Bir çatırdama hissedilir önce, toprak ayakaltından kayıp kırılıyormuşçasına. Binalar fısıldamaya başlar, ışıklar birer birer sönmeye. Henüz birkaç saniye önce apaydınlık olan dünya, artık kapkaranlıktır. Yeryüzündeki dipsiz bir çukurdur içinde bulunulan, doğanın intikamı, kendini hatırlatması, teknolojiyle dalgası, insan-cılık oynayanlara uyarısı. ‘Sen ne yaparsan yap, senden büyük ben varım’ ver yansını. Bir saniye süren bir fotoğraf çekimi gibi, siyah beyaz bir kare, objektifte teslimiyetin pozu.
Elden düşmeyen cep telefonları gibi deprem; Sürekli hayatımızda bizi tehdit ediyor. Dünyayı sessize aldığımızda ise tiriyor. ‘Yukarıdan’ gelen bir mesajla, ne var ne yok yıkıp geçiyor. ‘İletildi’ raporu alındığında, basıp gidiyor. Ardında bitik ruhlar, ziyan olmuş hayatlar bırakmayı da asla ihmal etmiyor.
Her gün önünden geçtiğiniz dükkan vardır, eve dönüşte beş dakika ayaküstü uğradığınız. Sabah işe giderken ‘hayırlı işler’ diye seslenen bakkal amcanız. Çocukların bağırarak oynadığı, sizin de ‘ah çocuk olmak vardı’ diye hayıflandığınız parkınız. Sonra bir gün korkunç bir gürültüyle her şey yerle bir olur, etraf sessiz, etraf karanlığa boğulur. O dükkan, o bakkal amca, o çocuklar, park birden yok olur. Sanki değil gerçekten yer yarılmış da içine girmişlerdir, mecaz değil sözlük anlamıyla. Artık dükkan değildir ayaküstü uğrayacağınız, park değildir önünden geçerken hayıflanacağız, mezarlıktır, gidip de bakacağınız. O yüzden mezarlıklar, yolun dışına yapılır, anıların üstüne değil…
Ne olduğunu anlayamamaktır deprem ilk anda. Koşarak annenin yanına gitmeye çalışmak, annenin kendi üzerine devrilen gardrobu fark edip ‘gelmee’ çığlığıdır, son çığlığı olduğunu bilmeden. Kırkbeş saniye içinde, ne var ne yok götürür senden; Anneni, babanı, kardeşini, kedini, evini. Sonra da alır başını gider, arkasına bile bakmadan, düşünmeden seni.
Yaşar Türkoğlu, şiirinde, şöyle anlatmış bu hissi;
Gece üstümüze mi düştü anne?
Karanlığa sıkıştım...
Karanlık beton kokuyor anne, karanlık taştan ağır. Göğsüm eziliyor.
Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni? Uyuyor musun?
Benim karanlığımda; Yıldızlar olurdu, ay olurdu. Ufukta mavi bir aydınlık olurdu. Sabah olurdu uyandığımda. Ağlasam yanardı ışıklar. Ağlasam sen olurdun yanımda.
Bu karanlık benim gecelerimden değil. Bu karanlık beton kokuyor anne.
Korkuyorum.
Duymuyor musun beni ? Uyuyor musun...?
Sabah olmayacak mı anne? Rüya mı bu?
Yalan mı bu karanlık? Yalan mı beton kokusu?
Duymayışın yalancıktan mı?
Cehennem bu mu anne?!!
Hani çocuklar cennete giderdi? Hani ışıkları cennetin?
Göğsümü acıtan ne?
Uyandırmayacak mısın anne? Yakmayacak mısın ışıkları?
Duymuyor musun beni?
Karanlığa sıkıştım,
Korkuyorum!
Bu amcalar kim anne, bu ablalar kim?
Bu alkışlar niye?
Mavi bir ışık dönüyor ambulansın üstünde.
Evler nerede anne? Evimiz nerede?
Sen .. Neredesin?
Dışarıdayım anne, depremin orta yerinde, yıkıntılar üstünde, Yıkılmışların yanındayım.
Sessizliği dinliyorum anne.
Bir amca bağırıyor:
"Duyuyorsan duvara vur !!!"
... ...
Biliyorum , duvar yok orada.
Karanlığa vur anne !
Karanlığa vur anne !
Karanlığa vur..........
Sessizliği dinliyorum,
Seni dinliyorum.
Yağmur yağıyor anne.
Uyuma,
Üşüyeceksin.
Karanlığa vur anne.
Karanlığın gözlerine.
Vur anne.......vur.......vur.!!!!
... ...
Enkaz altında kalmaktan daha acı şey, enkazın dışında kalıp seyirci olmak. Sonsuz bir gücün haşmeti karşısında çaresiz kalmak. Sevdiklerini bir daha görmeyeceğini bilmek, bunu acıyla kabullenmek. Örselenmiş ruhunla hayata devam etmek ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını da bilerek…
Hayatı asma katlarla yaşamamak gerek, zemin sağlam değilse el mahkum, yıkılıp gidecek. Fay hatlarında kurulu yürek, zaman zaman sarsıntılar geçirecek. Tavandan tabana enkazları da görecek. Ama tavan çatlasa da, dökülse de kalbin sıvası, asla çökmeyecek. Ha gayret deyip kaldığı yerden devam edecek. Ve her deprem sonrası söylenen gibi; ‘Dersimizi aldık’ deyip teyakkuzda olmayı öğrenecek…