Toplumun aykırı renkleri
En sonunda, parmak kalınlığında çivilerde getirildi…
İsa’yı el ayak bileklerinden tahtalara çaktılar.
Acı, kurtuluş olmuş, yol göstericinin çilesi bitmişti…
Büyük çivileri, bir çingene ustası kalıba dökmüştü.
Herkes, her şey sona erdikten sonra kenara çekiliverdi.
Çingene ise ortada öylece kalakaldı.
Tüm günah, yüzü tunç rengindeki bu adamın vebaline yazılmıştı.
Sadece çivileri yapan çingene ustası değil, tüm kavimi de lanetlendi.
Suç, tümüyle çingenelerin üzerine kalmıştı.
Kavimin reisi; 'Çalın oynayın ve eğlenin!' diye buyurdu.
Günahtan ancak böyle arınabilirsiniz!'
O günden sonra çingene, hem çaldı hem oynadı.
Kederlerinden bu sayede arındı, ruhu bu sayede temizlendi ve bu sayede lanetini gizlemeye çalıştı.
İşte binbeşyüz yıllık hikaye böyle başladı…
Onlar ki toplumun aykırı renkleri; Cenaze törenindeki fuşya, gelin duvağındaki siyah. Her toprakta ölüleri vardır, her obada gelinleri. Atlaslar parçalar yüreklerini. Ateşten bir çittir, tüm sınırları, insanlığın sonsuz lanete uğramış evlatları, kendileri yoksul, kalpleri zengin insanları; Çingeneler…
Aidiyet duygusu uyanıyor içimde, her çingene baladı dinlediğimde. Birine, bir yere ait olma duygusu sorgulanıyor, derinlerimde bir yerde. Hani aitmiş gibi değil de gerçekten ait olma duygusu. Düşüncelerinin, bedeninin, ruhunun gerçekten birine ait olması.
Bu duygu, çingenelerde yok mu yoksa bu çingeneliğin özü mü aslında ?
Vatanı yoktur onların. Göçebedir hayatları. Toprağa bağlı milletlerin bir uyruğu, kimilerine göre eli uzun, kuyruğudur. Bir yere, dile, dine, toprağa, bayrağa bağlı değillerdir. Gittikleri yer yurtları, yerleştikleri yer evleridir. Çizgileri yalın, sınırları kalındır. Yerleştikleri ülkenin bir yamacında, o ülkenin insanlarıyla yan yana ama onlara katılmadan biraz uzakta yaşarlar.
Ne ekonomiye karışırlar, ne siyasetlerine bulaşırlar. Onlar gibi, onlardan da farklıdırlar. Merak uyandıran, korkulan ve de biraz yabancıdırlar. En çok birbirlerine bağlıdırlar. Geçmişleri ve geleceklerine olmayan, birbirlerine ait olanlardır.
Çingene, şık bir çiçek buketinin içindeki kırmızı karanfildir. O demet içinde olsa da oraya ait değildir. O kendini bilir ve her şeye rağmen boynu diktir.
Çoğunlukla okuma yazma bilmiyorlar, kitap roman okumuyorlar. Gerek de yok, zaten kendileri romanlar. Bir de romanlara konu oluyorlar. Bu rengârenk armonide kadınlar bohçacılık, falcılık, çiçekçilik yaparken erkekler de tefçilik, kalaycılık, çalgıcılık yaparlar. Hayat felsefeleri; ‘Moralin bozuksa neşeli bir türkü tuttur, neşen yerine geldiyse tutturduğun türküyü devam ettir.’
Onlar, Agatha Christie’nin ‘Çingene’si, Prosper Méromée’nin Carmen’i, Notre Dam’ın Kamburu’ndaki Esmeralda ya da Gırgıriye’deki Güllü gibi yaratılmış modeller değil, bizler gibi gerçek insanlardır, belki de bizden daha insanlar. Ateşten sözcüklerle konuşur, geleceği ararlar, bakla tanelerinde. Ak yürekleri, dar gelir kara tenlerine.
Bizler ise düzeni düzenlemekle meşgulüz. Aynı giysileri giyiyor, aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri izliyoruz. Plan kuruyor, rejim yapıyor, aynı dili konuşuyoruz. Ağzımızdan çıkan topu topu iki yüz kelime de birbirinin aynı; ‘Şarjım bitiyor, çalışmam lazım, yemek yiyelim mi, para kazanalım, trafik berbat ‘ve her gün duyduğumuz birkaç cümle daha… Teknolojiyi kullandığını sanan ama asıl teknoloji tarafından kullanılan, genetik kopyalamada koyun Dolly’den bile başarılı olunan, birbirinin aynı, kopya insanlarız. Günde on üç, on dört saat çalışıp sekiz saat uyuyup iki saat dinlendiğimiz ve buna da yaşamak diyen salaklarız. Of çekip söven hayata, rahat battıkça evde- işte- dışarıda, doyumsuzluk, diz boyumuzdan biraz yukarıda, mazeret hep hazır; Hepsi hayat kavgası adına…
Ya onlar?
Onlar barışıklar kendileriyle her daim, bir arada. Onlar da kızarlar, bağırıp çağırırlar ama en okkalı kavgalarında bile müziği duyunca, ara verirler kavgaya, başlarlar oynamaya. Yürüyüş yapmazlar, yakıp dökmez, polise saldırıp slogan atmazlar. Onlar dünyayı, göbek atarak protesto ederler. Sisteme ya da sürüye ayak uydurmaz, çarkın dişlileri arasında eğilip bükülmezler. Hayat, onlara göre değildir, hem de hiç değil. Onlar sessiz kalmazlar, onlar duvarlar arasında uyuyamaz, müziği duymadan yaşayamazlar. Düzeni hazmetmez, kolay sindirmez, ruhlarını esir etmezler. Deniz feneriyle hırsızlık yapanlar, sıvazlanıp alkışlanırken ülkemizde, el feneriyle hırsızlık yaptıkları için yatarlar yıllarca hapishanelerde. Suçlu onlar mı, yoksa onları ayrık otu kimlikleriyle düzenden süren, şehir dışına, boş arsalara gönderen, buna da asayiş diyen bizler mi? Kara gözlü bir çocuğun, ürküten simsiyah kirpiklerinin ardındaki çikolatalı hüzündür çingene olmak.
Güleç yüzlü renkleridir onlar, durmadan dönmekte ısrar eden dünyanın.
İnançtır, isyandır, hüzündür, müziktir.
Kendini koruyabilmek için oluşturduğu masalların içinde yaşamazlar.
Tersine, çingeneler çıplak gerçekliğin içinde yaşar.
Hayatın, hiçbir oyunla kendisini kandırmasına izin vermez.
Çingene kadınların kadim mesleğidir falcılık ama hiçbir çingene, fala inanmaz.
Ve onlar hakkında yalanlar söylemezsek, onlar da bizimle ilgili gerçekleri söylemezler.
Hayat onlara; ‘Çal’ der, ‘ağlarken bile çal, gülerken oyna ve aşk sana seslendiğinde sakın susma. Çingene pembesi düşlerini, soldurma. Boş verin, anlamasınlar sizi, boş verin görmesinler renginizi. Belki olamıyorlardır onlar sizin gibi, gamsız, mutlu davranmayı beceremiyorlardır, yaptığınız gibi. Ondandır belki, sizi dışlamalarının sebebi. Kim bilir belki de kıskanıyorlardır, içten içe sizi...
Hiç mutlu olduğunuz için mahcubiyet duydunuz mu, hiç gülerken ya da gülümserken utandığınız. Boğazdaki yumru, düğüm her neyse işte, ağlamaktan başka bir şeye ağlayamadığınız. İşte o zaman, salt duygularıyla yaşayan çingeneler gelsin aklınıza;
Bir darbuka sesiyle dünyaya meydana okuyan, klarnetle sabır üfleyen şehrin gönüllütutsakları. Belki biraz örnek alıp maneviyatı yaşatmalı, içimizdeki çigan ruhunu canlandırmalı.
Yoksa böyle giderse;
‘ Üj, bej yüzyıl kalmış şuncağızda, epiciğimizin bir sırası var bu dünyada. Abe kediler, köpecikler bile ülecekler halimize, insanların yerini alınca robotcuklar’…
Cansen ERDOĞAN