Bir gazetenin Pazar eki…
İçinde çeşit çeşit bulmacalar. Bir tanesini seçip çözmeye koyuldum; “İçine kralların bile giremeyeceği kale”, soldan sağa, yukarıdan aşağıya dört harf, üsten ikinci harfi “i”…
Düşündüm taşındım; Göktürklerden, Hun İmparatorluğuna, Osmanlı İmparatorluğundan Kurtuluş Savaşına kadar Türkler tarafından zapt edilmek için uğraşılan kaleleri gözümün önüne getirmeye çalıştım. Ama ya harfler tutmadı yada harflerin sayısı.
O sırada telefon çaldı, Annemmiş.
Birkaç gündür üzerimde bir kırıklık olduğu için merak etmiş, “hadi gel, bakayım sana, iyileştireyim, içim huzursuz, hemen düzelirsin” dedi.
Gülümsedim.
Tabi ya, buydu işte;
“İçine kralların bile giremeyeceği kale” = AİLE
Parayla inşa edilemeyen, şansla irdelenebilen toplumun en küçük çekirdeği. Bütün dünya size karşı koyduğunda, kocaman dünya içinde yapayalnız kaldığınızda, kimseler anlamazken sizi, göz pınarına takılıp kalmış bir nem bulutundan anlayan dünyanın en sıcak müessesi.
Siz ağlarken sizden daha çok ağlayabilen tek varlık anneyle, siz biraz daha iyi bir hayat sürün diye canını dişine takan babayla, herkesler gitse de, üzse de, hep yanında olacak sevgi dolu kardeşle, teyzeler, halalar, amcalarla dolu kocaman bir aile olabilmek, mutluluk işte bu demek…
Bayram yazısı yazmaktı niyetim. Ama bayram demek aile demek benim için. Nicedir ihmal edilenler, özlenip de görülemeyenler, sevilip de söylenmeyenlerin toplandığı, dumanı sevgiyle tüten bir yerde, bayram namazından dönenlerin karşılandığı, keyifle, neşeyle, bayram türkülerinin çalınıp kahkahaların çınladığı yer demek. Çocukken en büyük heyecanımdı bayramlar; Hareket demekti bayram, misafir ve elbette ki bolca şeker, çikolata demekti. En keyifli bekleyişti, babamın bayram namazından elinde uzun ipli balonlarla dönüşünü beklemek. Mutfaktan gelen çıtır börek kokusu, tezgahta duran taze ekmek somunu.
Radyoda bayram türküleri çalınırdı, biz yılın en uzun kahvaltısını ederken. Herkes hep bir ağızdan konuşurdu, hep birlikte gülerdi. Şimdilerdeki ütülü kıyafetler içindeki ütüsüz yalnızlıklar yoktu o zaman. Bir horoz şekerleri vardı, bir de sakız kokulu mendil içindeki bayram harçlıkları. Herkesin bir arada olması, küslerin barışması, sofraların kurulmasıydı bayramı bayram yapan. Ama en çok da ellerin öpülmesi, bedenlerin kucaklaşması, yanakların değmesiydi birbirine. Bayramda aile ile olmak en güzeli de, aile olmak bayramın ta kendisi değil de ne….
En büyük şans bir aile olmak. Büyüdüm diye havalanıp, hala çocuk olmak onların yanında, nice yenlerin içinde kaldığı kol kırıklıklarında. Arada kızıp öfkelenmek, kaçmak odaya, ama beklemek kulağı kapıda; “hadi yemek hazır, bekliyoruz sofraya”… Destek olup tutmak birbirini, dışarıda kıyamet kopsa da… Her ferdinin uzun dallarından biri olduğu kocaman bir ağaçtır aile. Onun gölgesinde korunur, onun gölgesinde oturulur. Fırtına çıktığında, yanlara doğru eğilip sallansa da meydan okur rüzgârlara, soğuklara. Dallar sarmaşık olup kenetlenir birbirine. İyi ağaç kolay yetişmez; rüzgâr ne kadar kuvvetli eserse, ağaçlar da o kadar sağlam olur.
F A M I L Y = ‘F’ ather ‘A’nd ‘M’ other ‘I’ ‘L’ ove ‘Y ’ou
Velhasıl işte bir bayram daha geldi çattı; Huzur, sevgi nedir bilene ve eğer şanslı olanlar için ailesi ile olabilene…
Ve yazımı bitirirken, sevgili Can Yücel ile aynı şekilde düşündüğümüzü görmek gülümsetti beni yine, çünkü o da benimle aynı fikirde;
‘Bayram nedir ki dedim, kendi kendime,
Bayram bir ömürdür, ben gibi bir deliye’…
İyi bayramlar Türkiye…
CANSEN ERDOĞAN
Twitter’dan takip etmek için @cansenerdogan