Uzaktan Bakınca
Yaşandığı an ve zamanda zor gelen, katlanılmaz ve dayanılmaz görünen olaylar, durumlar o kaotik çemberin dışına çıkınca, uzaktan bakılınca bir de dingin bir ruh haliyle bakılınca olduğundan farklı görünebiliyormuş aslında. Bu bir anlamda, bizim olaylara yüklediğimiz anlamla ilgili bir bakıma; Zor görüyorsan zor, kolay görüyorsan kolay. Bakış açısı olumluysa, konu da olumlu gelişiyor, aksi halde bir kere ters gitmeye görsün, toparlanmak kolay olmuyor…
Bu düşünceler, Bodrum ile Yunanistan’ın küçük ve zarif Kos adası arasındaki iki ülkenin birbirine geçmiş uluslararası sularında geldi aklıma. Çılgınca uçuşan beyaz köpüklerin arasında bir yandan her şeyle başedebilecek kadar güçlü, bir yandan doğa karşısında aciz olduğunu hissetmek, ruhun bedene göre çok da ağır olmadığını fark etmek ve de hayat dümenini ona göre çevirmek. Bıraktığın yeri biraz uzaktan görmek, gördüğünle gittiğinin aynı olmadığını uzaktan bakınca anlayabilmek…
İşte Kos; Bodrum’un asla kavuşamayacak imkânsız aşkı, uzaktan uzağa iç geçirip sevdalandığı. Yunanistan’ın en küçük kızı, biraz tembeli, nazlısı… Antik çağın en değerli bilim adamlarını, sanatçılarını yetiştiren Yunanistan, ‘Kos’ adını verdiği küçük kızına da aynı değerleri aşılamış, türlü medeniyetlere, büyük beyinlere ev sahipliği yapması konusunda telkinlerde bulunmuş anlaşılan. Çünkü Kos, insanlık tarihinde, insan iyileştirmenin büyücülükle değil eğitim, deneme ve deneyimle olabileceğini ilk kez söyleyen modern tıbbın kurucusu Hipokrat’ın doğduğu ve yaşadığı yer. Buradaki antik hastaneyi gezerken bugün doktorların ettiği Hipokrat yeminini ve önemini düşününce, bu ‘küçük-tembel-nazlı kız’a sempatim daha da arttı sanırım…
Kos’un beyaz direklerle bezeli, martıların rüzgârla seviştiği, güneşin can acıtarak değil usul usul sevdiği marinasında on dakikada Bodrum - Kos arasında gidip gelen feribotlara, iki ülke pardon iki sevdalı arasında koşturan insan kalabalığına bakınca, iki ülke insanının birbirine bakışını, sarılışını seyre dalınca düşündüm ki; belki de bizim bildiğimizden başka şeyler vardır bu iki ülke arasında, her şey o kadar da düşmanca değildi belki de aslında. Hayat gibi; Bize öğretilenden çok daha fazlası yaşanmıyor mu ki hayatta, ya da biz görmek mi istemiyoruz, görmesini mi bilmiyoruz yoksa ?...
Ve akşam… Mavramatis; Deniz kenarında, ayaklarımız arada çarpan dalgalarla ıslanırken kumlara konmuş beyaz tahta sandalyeler, mavi-beyaz kareli örtülerden ibaret salaş bir Akdeniz lokantası. Masada bizim yemeklerin aynısı, sonlarında ‘kis’ ekiyle; ‘cacikis, baklavakis…’ .Buz kovasına doldurulmuş pembe begonvillerin gölgesinde uzun cam bardaklarda buzlu Uzo’lar. Ama en güzeli de suyun öte yakası; Türkiye’nin Bodrum’u, Bodrum’un Akyarlar’ı… Çökertmeden çıkan Halil, sirtakilerle, Grek müziklerle anıldı o akşam.
Lokantanın sahibi Türk asıllı Mihalis, elinde bardağıyla geldi oturdu masamıza, anı kattı, espri kattı soframıza…
O uzaktan seyredermiş Türkiye’yi, denizini, müziğini, insanını. Özlermiş kokusunu, yemeğini, boğazını…
Öyle bir anlattı ki, hani elini uzatsan tutuverecekmişsin gibi duran Bodrum uzaklaştı da uzaklaştı. Tuhaf bir burukluk, hani son kez görüyormuşsuna benzer bir hüzün çöktü üzerimize. Bir başka memleketin coğrafyasında, tüm keşmekeşi, çilesi, trafiği ile her türlü zorluğu, sıkıntısıyla söylenip durduğumuz memleketimiz özledik. Çıkınca çemberin dışına, bakınca uzaktan olaylara galiba o kadar da kötü görünmüyormuş. Mihalis anlattıkça anlattı; Yunanistan’ı, insanlarını ve tabiki efsaneleşen ölümsüz aşkları.
En çok Apollon ile Daphne’nin aşkı etkiledi; Güneş tanrısı Apollon ile su perisi Daphne’nin aşkı… Uzolar koyuldu bardaklara, Mihalis başladı anlatmaya;
‘Baş Tanrı Zeus'un oğlu olan Apollon güneş ve savaş tanrısıymış. Her sabah, dört tanrısal atın çektiği altın arabası ile peşinde güneş, gökyüzünü bir uçtan bir uca dolaşırmış. Yine birgün gökyüzünü dolaşırken, elinde oku ve yayıyla bebek yüzlü aşk Tanrısı Eros'a rastlamış. Eros'un bebeksi yüzüne ve elindeki ok ve yaya bakan Apollon kendisini tutamamış ve Aşk Tanrısına şöyle demiş “ Ey aşkın tanrısı! Bu savaş araçları senin eline hiç yakışmıyor. Onları bana verirsen, uygun olan yerde, yani savaş meydanlarında kullanırım. Bilirsin benim attığım ok yerini bulur, bu konuda benim üzerime yoktur” .Apollon'un bu sözleri çocuk gözlü, bebek yüzlü Aşk Tanrısı Eros'u çok kızdırmış. Güzel gözleri sinirden alev alev parlamış.
Apollon'a demiş ki; “Ey Güneşin Tanrısı güçlü ve akıllı Apollon. Söylediklerinde elbette ki doğruluk payı var. Senin oklarının her şeyi vurabilir mutlaka. Ama unuttuğun bir şey var ki o da benim oklarım seni bile vurabilir. Benim işimi neden böyle küçümsüyorsun”…
Eros sözlerini bitirdikten sonra Apollon'un yanından hızla uzaklaşmış. Ama bir yandan da Apollon'a oklarının tadını tattıracağına yemin etmiş. Apollon günlerden birgün, ormanda yalnız başında dolaşmakta olan, ırmak tanrısı Peneus’un kızı, güzeller güzeli su perisi Daphne'yi görmüş. Onu görür görmez bütün vücudunu bir titreme almış. Kendinden geçmiş bir halde tanrıçaları bile kıskandıran bir güzelliğe sahip olan bu su perisini izlemeye başlamış. Ancak onları izleyen birisi daha varmış; Aşk tanrısı Eros. Eros, Apollon'un kendisini küçümsemesinin intikamını almanın vaktinin geldiğini görünce sevinmiş ve hemen okunu çekip fırlatmış. Apollon, hiçbir erkekle birlikte olmamaya yemin etmiş Daphne’ye âşık olmuş. Daphne, Tanrılara vermiş olduğu sözüne sadıkmış ancak AŞK denilen güçlü büyünün etkisinden kendisini alamayarak Apollon’a doğru hızla sürüklenmiş. Bir gün Daphne verdiği sözün ve büyük aşkının arasında kalıp bir seçim yapmak zorunda kalmış ve Toprak Ana’ya; ‘Toprak Ana, ne yapacağımı bilemiyorum. Verdiğim söz ve aşkım arasında kaldım, lütfen bana yardım et!’diye yalvarmış.
Toprak Ana, dayanamamış ve Daphne’nin çağrısına cevap vereceğini hemen Apollo’nun yanına gitmesini söylemiş. Daphne, Apollo’nun yanına vardığında bu sefer ondan kaçmamış. Apollo onu sıkıca kucaklamış, mis gibi saçlarını koklamış, ipek tenine dokunmuş, o an iki âşık birbirlerine ilk ve son kez bu denli yakın bu denli bütün olmuşlar!
Çünkü Apollo’nun Daphne’ye dokunmasıyla Daphne bir ağaca dönüşmüş…
Evet, tamda tahmin ettiğiniz gibi güzeller güzeli Daphne, Defne Ağacına dönüşmüş…
Apollo ne yapacağını bilemez bir halde üzüntüden kahrolurken, karşısında duran muhteşem ağaca bakar, ona dokunarak; ’Ey sevdiğim verdiği söze sadık sevdiğim, bende senin huzurunda söz veriyorum ki sen benim tek sevdiğim olacaksın ve her yerde benimle olacaksın. Bundan böyle yaz, kış hep yeşil, hep taze kalacak olan sen; dalların ve yapraklarınla benim ve savaşçılarımın kafalarında taç olarak gururla taşınacaksın.’…
Hikâye duygusaldı. Ortam da öyle… Sessizlik oldu, bir hüzün kapladı içimizi ama Mihalis kaldırdı kadehini ve ‘hadi’ dedi, eğer mutlu sonla bitseydi bizim bu aşk hikâyesinden haberimiz olamayacaktı. Böyle bir aşk, şu an hatırlanmıyor, şerefine de içilmiyor olacaktı. Şuan siz aşkı düşünüyor, aşkı anımsıyor olmayacaktınız. O yüzden sonu olsa da olmasa da, kavuşsanız da kavuşmasanız da böyle bir aşkın tarafı olabildiyseniz, dinleyici olarak bile olsa, ne mutlu sizlere. Çünkü aşk bu, hesapsız, kitapsız, çoğu zamanda mantıksız...
Hadi o zaman kalksın kadehler havaya, bitmemiş ve bitmeyecek sevdalara;
‘Eviva’ (Şerefe)
Cansen ERDOĞAN