Ya da biz masal olsak...
Çağıran birşeyler var hep / Beni uzak şehirlerde..
Bana ait birşeyler var / O sert gülüşlerde…
Bu şarkıyı mırıldanarak hazırlıyordum valizimi, geleneksel kızlar buluşmamız için yola çıkmaya saatler kalmıştı artık. Dile kolay 27 yıllık bir dostluğun senelik, geleneksel gezisiydi bu; Her sene başka bir ülkede bir araya gelip dört gün boyunca konuşup, dertleşip, sohbetin, muhabbetin dibine vurup beynen resetlenip hayatın kaosuna kaldığımız yerden devam etmek…Çocukluğuna geri dönmek, gençliğinin altını, sonrasının üstünü çizmek...
Ve Prag’dayız işte…
Son derece havalı bir şekilde otelin bizi almak üzere gönderdiği özel şöförlü arabamızla yola koyuluyoruz. Öyle demeyin, mecburuz ne de olsa ülkemizi temsil ediyoruz J
Prag, mistik, hüzünlü, gizemli bir şehir, puslu, bulutlu. Hani dokunsanız ağlayacak gibi, yağmur aportta bekliyor. Tarzı olan bir şehir, bohem ve buram buram tarih kokan. Biz konuşa konuşa, bakına bakına etrafa attık kendimizi şehrin koynuna. İlk geldiğimiz yer meşhur astronomik saat kulesinin olduğu meydan. Enteresan bir yapı burası. Genelde görmeyenlerin çok merak ettiği görenlerin ise bir çoğunun büyük hayal kırıklığı yaşadığı bir saat. Üzerinde birtakım semboller var, saatin özelliği de buradan geliyor. Saat, her saat başı değişik bir animasyon sergiliyor ve bir dakika boyunca süren bu animasyonlarda saat üzerinde yer alan semboller hareketleniyor ve değişik figürler ortaya çıkıyor.
Meydanda sıra sıra dizilmiş küçük ve sevimli cafelerden birinde karnımız doyurduktan sonra yürüyerek meşhur Charles köprüsüne ve oradan da saray ve basilica bölgesine gittik. Meşhur yazar Kafka’nın ölümsüz aşkı Milena’ya aşkını itiraf ettiği bu köprü, sokak çalgıcıları, hokkabazları ve de ressamları ile çok ünlü. 1357 yılında inşa edilmiş ve uzunluğu yaklaşık 500 metre olan köprünün her iki tarafında kuleler mevcut. Bu kulelerden Eski Şehir (Old Town) olarak adlandırılan tarafta olanın önünde geleneksel kıyafetleri ile bir Çek askeri bekliyor. Onun bulunduğu yerdeki kapıdan kuleye çıkılıyor.
Burada ressamlarla, selfie-çubuğumuzla bolca vakit geçirdikten sonra vurdık kendimizi yine yollara.Tramvay da vardı ama tabanvayı tercih ettik. Yabancı şehirleri keşfetmenin en güzel yolu, şehri yürüyerek keşfetmek. O binalara dokunmak, ara sokaklarda kaybolmak. Ruhuyla tanıyıp dokusuyla hissetmek. Şehrin karmaşasını, kaosunu, sorumlulukları daha birkaç önce geride bıraktığımıza inanmak zordu çünkü lise zamanımıza geri dönmüş, bir okul gezisinde kıkırdaşan kızlara dönüşmüştük sanki. Yürüyerek geldiğimiz yer, Prag kalesinin hemen yanındaki oldukça büyük açık alan Hradcany meydanıydı. Toskan, Martinic, Schwarzenberg ve Başpiskoposluk sarayı, Avrupa Sanatları Ulusal Galerisi buradaydı ve buradan şehrin oldukça büyük bir kısmını panoramik olarak görüntülemek mümkün oldu.
Prag kalesinin özelliği, klasik anlamda surları olan bir kale anlayışı yerine farklı bina ve kiliselerden oluşan bir kompleks olması. Zamanında Bohemya kral ve prenseslerinin ikametgâhı olarak kullanılan kale 1918 yılından itibaren devlet başkanının da konutu olarak kullanılıyormuş. Şehrin genelinden yüksekte olduğu için çok hoş manzarası var, anlaşılan başkan işi biliyormuş J
Ertesi gün kiraladığımız araba ile Karlovy Vary’e gitmek üzere yola çıktık. Prag ve çevresinin bu kadar yeşil olacağını tahmin etmezdim açıkçası. Yeşil, ağaçlıklı yollardan geçerek varsık bu kremalı pastayı andıran masal şehrine. Karlovy Vary aslında bir kaplıca şehri. 1350’lerde Bohemya kralı IV. Karl tarafından kurulmuş. Kuruluşu, daha doğrusu kaplıcaların bulunuşu tamamen bir tesadüfe dayanıyor. Ormanda ava çıkan IV. Karl, tam bir geyiği avlamak üzereyken, geyik kendini uçurumdan aşağıdaki sıcak su kaynağına atmış. Böylece kaplıcalar keşfedilmiş, buraya da Karl’ın Banyosu anlamına gelen Carlsbad adı verilmiş.
Özellikle 18. yüzyıldan sonra popülerlik kazanan kaplıcalar Avrupa sosyetesini ve pek çok ünlü ismi misafir etmiş. Hatta bu isimlerin içinde Atatürk de var. Kentin içinden geçen Teplá Nehri’nin 70 derecenin üstüne çıkan ve mineral açısından zengin kaplıca suları özellikle mide ve metabolizma rahatsızlıklarına iyi geliyor. Bugün hâlâ Avrupa’nın çeşitli yerlerinden şifa bulmaya gelenleri ve zarif Neo-Klasik – Art Nouveau binalar ile revakları (kolonad)- çeşmeleri kaplayan yapılara kolonad deniyor- görmeye gelen turistleri ağırlıyor.
İlk durağımız, nehrin üzerine kurulmuş ve en büyük kaynak olan Termal Kaynak Kolonadı (Vřídelní kolonáda) oldu. Binanın içinde farklı derecelerde suların aktığı çeşmeler dışında alışveriş merkezi ve hediyelik dükkanları da var.Termal Kaynak Kolonadı’nın en ilgi çekici yeri Vřídlo, yani “fokurdayan” denilen, sıcak suyu 15m. yükseğe püskürten bir gayzer.
İkinci durağımız, nehrin kıvrım yaptığı yerdeki Antonín Dvořák Parkı’nın içinde en beğendiğim Park Kolonadı (Sadová kolonáda) bulunuyor. Ferforje süslemeleri ve girişindeki sağlık perisi heykeliyle 1881 tarihli bu kolonad, parkın kenarında geçmişten bugüne uzanan bir zarafet yolu gibiydi adeta. Ayrıca kendimizi bir film platosundaymış gibi hissettiren bu masalsı kentteki Grandhotel Pupp, son James Bond filmlerinden birine ev sahipliği yaparak buranın ününü iyice artırmış.
Bu kadar yer gezip gördükten sonra elbette biraz keyif de yapacağız. J
Eee Bond kızlarından neyimiz eksikJ
Prag’da daha doğrusu 90 km uzaklıktaki Kutna Hara’ya kemik kilisesini görmeye gitme fikri ilk başta ürkütücü geldi tamam. Hele de Kalovy Vary gibi kremalı pastayı andıran masal kentinden sonra.
Kunta Hora: eskiden zengin gümüş madenleriyle ünlüymüş. Gümüş madenleri o kadar zenginmiş ki, Çek kralı, bir ara: başkenti buraya taşımış. Bu madenler sayesinde, kral, Avrupa’nın en zengin kralı haline gelmiş. Böylece, kasaba bir anda eserlere bürünmüş. Büyük bir katedral, hemen inşa edilmiş, şehrin en saygın eseri olmuş. Çevresi tepelik ve şehrin en yüksek yerinde, çok büyük bir katedral: St.Barbara Katedrali. Gümüş madenleri, 17.yüzyılda, gümüşün tükenmesi üzerine kapatılmış ve şehir önemini kaybetmeye başlamış. Başkent, yine Prag olmuş. Elbette ki burayı ilginç hale getiren, bu özellikler değil. İç dekorasyonu sadece insan kemiklerinden yapılmış, dünyadaki tek kilise Sedlic Şapeli burada. Şapelin her yeri kemiklerle süslenmiş. Kiliseyi ziyaret ettiğimizde bir taraftan dekorasyonun güzelliği karşısında şaşırıyor, öbür taraftan da dekorasyonda kullanılan malzemenin insan kemikleri olduğunu düşünerek ürperiyorsunuz. Efsaneye göre Sedlec Manastırı Baş rahibi Heinrich, Çek Kralı II. Otokar tarafından 1278 yılında Filistin'e kutsal topraklara elçi olarak gönderiliyor. Heinrich Kudüs'ü terk ederken aldığı bir avuç toprağı manastırın mezarlığına serpiyor. Böylece o mezarlığın Kutsal Topraklar'ın bir parçası olduğu düşünülmeye başlanıyor. Tüm Orta Avrupa'dan insanlar bu mezarlığa gömülmek istiyorlar. 14. yy.'da bölgede büyük bir veba salgını çıkıyor. Çok insan ölüyor. Sadece 1318 yılında 30 bin kişi bu mezarlığa gömülüyor. Daha sonra iç savaşlar, din çatışmaları. Derken mezarlık büyüyor ve yetmez oluyor. 16. yy.'da ise mezarlık daraltılmak isteniyor; ama bu mezarlığa gömülmek isteyenlerin sayısı çok fazla. Bunun üzerine eski mezarlıklar açılıp çıkarılan kemikler önce kilisenin bahçesine, daha sonra da yarı kör bir Sisteryan keşişi tarafından kilisenin içine yığılıyor. Keşiş kemikleri piramit biçimde (6 adet) yığmak suretiyle, yaşam sırasında ölümü hatırlatarak insanlara ders vermeye çalışıyor. Mistik, gizemli,ürpertici ve soğuk…
Ölümü, acıyı toprağında rahat konuşan bir şehir Prag, aşk da bunlara yakın doğası itibariyle. Sanki yüzyıllar öncesine dönmüşüz, tarihin sayfaları arasında geziniyormuşuz gibi…
Ortaokul arkadaşlarıyla olunca zaten bir zaman yolculuğu yaşarken bir de yanında bohem bir şehrin mistik dokusunda kaybolduk çağlar arasında. İllüzyonla gerçek arasında dostluk, arkadaşlık, keyif, eğlenceden oluşan bir masal yaşadık adeta.
Şimdi düşünüyorum da;
Keşke gerçek olsa masallar, ya da biz masal olsak….
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan