İlk görüşte aşk…
İlk görüşte nefret…
Tek kalemde silmek…
Bir harekette öfkelenmek...
İnsanoğlunun en sosyal hastalığı, en geçmeyen rahatsızlığı;
Önyargı…
Soyut kavramlara kafa yormayan, pek de saygı duymayan bir toplum olarak, önyargıyı bu kadar benimsemek, iliklere kadar hissetmek nasıl bir tezattır oysaki. Üstelik hissedilen ve rahatça da benimsenen de öğrenilmeyle kazanılmayan, doğuştan var olan, genetik kodun en zayıf halkası, bireysel ve toplumsal utancın daniskası;
Peşin hüküm verme sanatı, önyargı…
Görmeden, bilmeden hissetmenin, buna sonsuz güvenmenin en büyük misali dine bu kadar değer veren, paye biçen, sorgulamayan ve irdelemeyen bir toplum olarak, yine görmeden, bilmeden, içine girmeden bir kişiyle, işle, hadiseyle çabuk karar verebilmek, tanımadan silebilmek, anında hüküm verip yok sayabilmek de yine anlamsız zıtlıklardan biri, insan bünyesiyle ilgili. Ya da metafizik teorileri, kuantum fiziği Einstein’dan beri en popüler dönemini yaşarken, bilinmeyeni çözmek, anlamak, görünenin arkasındaki görünmeyene ulaşmak en güncel süjelerden biriyken, bunun neden değer yargılarına uyarlanmadığı, tümevarım yöntemiyle önce yanı başımızdan başlanmadığı da ayrıca bir çelişki yumağı…
Galiba özümüzde var bu bizim; hazır önceden düşünülmüş, piyasaya sürülmüş, dibine kadar da sömürülmüş bir inanç, düşünce varken, hâlihazırda benimseyebileceğimiz bir ideye inanmak dururken niye oturup düşünelim, güzel kafamızı yoralım ki…
Toplum değerlerimizin ilk sırasına yerleşmiş milliyetçilik ve tembellik, süzüle süzüle dolanırken damarlarımızda, niye değiştirmek için uğraşalım ki.
Olana inanmak, verileni almak, sorgulamadan uygulamak muasır medeniyetler seviyesine yaklaştığımızın alamet-i farikalarından biri değil mi (!).
Önyargıyı anlatan en klasik hikayedir;
“Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir kunduzu, evinde beslemeye baslar. Kunduz, kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün çok kısa bir zaman için evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Kunduzla bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. İçeri girince, kunduzu ve kanlı ağzını görür. Çıldırmışçasına kunduza saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyulur. Anne odaya yönelir. Odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran, parçalanmış yılanı görür.”
Öyle köle olmuştur toplum önyargının esaretine, ne yapsa yaranamaz gözünde. Fakirdir, para için her şeyi yapar, zenginin malı, züğürdün çenesini yorar. Yalan söyleyeni, kötü diye siler atar, doğru söyleyeni dokuz köyden kovar.
Yıllar önce Einstein, “Önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan daha zordur.”demiş.
İnsanlar hakkında ilk görüşte edindiğimiz, bir daha da kolay kolay silemediğimiz, ne olursa olsun değiştiremediğimiz önyargıları yıkmak, tüm zamanların en büyük dâhisinin, atom kralının bile gözünü korkutmuş o dönem anlaşılan.
Zaman hızla ilerleyip atom da cazibesini yitirince gözümüzde, peşin hükümlerin bünyeye ne kadar dokunduğu, içimizi yavaşça kemiren tehlikeli bir virüs olduğu görülmüştür;
“HIV değil, önyargı öldürür.”
Atomu parçalamaktan zor, Aidsten tehlikeli bu kanayan yara, bir gün çözülür mü acaba…
İşte orası muamma…
Hayatta hiçbir şeyi göründüğü şekliyle değerlendirmemek gerek. Belki sadece ufacık bir fikir ama gerisini Allah bırakmak gerek. Örneğin; özürlü sekiz çocuğu olan ve frengi hastası hamile bir kadına rastlasaydınız, ona kürtaj olmasını tavsiye eder miydiniz? Cevabınız, “tabiî ki evet” ise, Beethoven’i öldürmüştünüz.
Hayatın her alanına öyle önyargıyla yaklaşıyoruz ki, seçeceğimiz eşten, yapacağımız işe, yediğimiz yemekten, konuşacağımız kişiye kadar sadece görüneni özümseyip, tahminleri yaşıyoruz. Örnek mi; Daha yemeğin tadına bakmadan, uzanıp tuzluğa, yemeğe tuz atmıyor muyuz?
Günün birinde bir bilgeye sormuşlar;“Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz'' diye. Bilge, “Terzimi severim” diye cevap vermiş. Tabi soruyu soranlar şaşırmışlar. “Aman efendim, dünyada sevilecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor” diye şaşkınlıklarını gizleyememişler ve sormuşlar; “Neden terzi efendim?”
Bilge bu soruya da şöyle cevap vermiş.
“Evet, dostlarım ben terzimi severim, çünkü ona her gittiğimde benim ölçümü yeniden alır.
Ama ötekiler öyle mi…
Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadarda beni hep o gözle görürler”…
Önyargı…
Adı üstünde, yargının önde gideni, yâda yargısız infazın ta kendisi…
Biz ne zaman mı adam olacağız? Öğrenince yargılamadan kabullenmeyi, şarta bağlamadan sevmeyi, ha bir de yemeğin tadına bakınca tuz dökmeyi…