‘Kadın olmak’ dedik, ‘kadın doğmak’…
Kadın olmanın o biraz deli, fazla hisli, tatlı dilli, zehir zemberekli paradoksunu sığdırmak kelimelere hallince ve dökmek satırlara harfler yettiğince…
Peki ya o büyülü, yasak, tadından yenmez elmanın diğer yarısı, sayfanın öbür tarafı, beyazın siyahı, gecenin gündüzü, yaşamın ölümü…
Bir ısırıkla başladı her şey ve o zaman elmayı yediği için cennetten kovulan ademoğlu, yoksa bugün de yediği ayvayla mı cebelleşiyor?
Başı belli, mavi bir yazgının sonsuz lanetini mi taşıyor?
Erkek olma serüveni, işte böyle başlıyor;
Bir dişinin, önyargılarla örülmüş ağlarında yırtıcı bir kaplan olmaktır, erkek olmak…
Kucağında sımsıkı tutan babanın kollarında, sevgilinin başını güvenle yasladığın göğsünde, oğlunun yüreğini tutan küçük ellerinde ‘erk’tir erkek olmak, güçtür, en önce.
Sonra ‘ek’ ler tamamlar onu;
Biraz kardeş, biraz amca, dayı, kuzen, yeğen…
Bir duruştur aslında erkek olmak; otorite, asalet ve güç.
Fıtratında bir limana bağlanmak olsa de aynı fıtrattaki hürriyet ve cesareti, evcilleştirilmekten korkar onun. Traş, sünnet, askerlik demektir, kahvehane- kerhane-kıraathane üçgeninde, efendilik- serserilik ikileminde, baba olma serüveninde tek başına bir hikayedir erkek olmak.
Sollayan arabayı, tekrar geçene kadar rahat edemeyen canlıya erkek denir.
Ofsaytı doğuştan bilmesi gereken, sonradan öğrenme şansı verilmeyen yüce şahsiyettir erkek.
Elinde televizyon kumandasıyla doğduğu varsayılan, arabalar, maçlar bir de kadınlar hakkında durmaksızın konuşabilen, bunlar hakkında her şeyi bildiğini düşünen, kendisine ad ve şan emanet edilmiş er kişidir.
Her erkek, biraz çocuktur özünde; Kocaman sarılmayı, biraz pohpohlanmayı, sevip okşanmayı, gülüp oynamayı, dağıtıp kırmayı ister. İlgi ister sürekli, göremediğinde küser. Sevgi ister, huzur, mutluluk. Alamadığında çekip gider. Bir tek sevmede ayrılır içindeki çocukla yolları; Çocuk, önce sever. İçindeki koşulsuz sevgiyle kendisini tutan, saran, sarmalayan, gözlerindeki ışıkla harmanlı sevgisiyle kendisine bakan kadındır ilk sevdiği. Sadece sever, gerisi işte o sevgiyi takip eder. Oysa erkek önce sevmez. Önce saygı duymalıdır kadına. Bazen akıllı bir duruş, bazen edepsiz bir bakışla dikkatini çeker hatun kişi. Eşsiz bir sohbetin tarçın kokulu ruhunda hayat bulur o hayranlık. Korkularıyla dizlerine yatar kadının. Fütursuzca konuşabildiği, acılarını, hayal kırıklıklarını paylaşabildiği, her sıfattan ari, yanında sadece kendi olabildiği kadını arar aslında. İşte o kadın, erkeğin hayran olacağı, saygı duyacağı, yanında gururla taşıyacağı, yüzüne doğru seçimi yapmış olmaya dair güven ışığının yayılacağı O’nun kadınıdır. Velhasıl aşk ciddi iştir, zordur ama erkek sevdi mi tam sever…
Söylenenlerin aksine, öyle kolay iş de değildir aslında erkek olmak. Kadınlarla aynı duygularla, aynı ruhla dünyaya gelip birisine mavi birisine pembe patik giydirilmek suretiyle ayrılırlar birbirlerinden. Bu yazılmamış kurallar zincirinin mavi renkli alamet-i farikasıyla başlıyor hayat erkek için. Erkek adam korkmaz, erkek adam gülmez, erkek adam ağlamaz. Niye mi, çünkü o erkek adamın ağlamaya, gülmeye, korkmaya, sığınmaya dair duyguları, doğumdaki mavi patik operasyonuyla alınmıştır kendisinden. Hani nasılsa biraz kalmışsa da, toplum alacaktır kalanını da nasılsa. Onlardır, askere giden, cephede ölen, gemiyi son terk eden. Onlardır, çiçek getiren, hediye beklenen, evlenme teklifi eden, evi geçindiren. Onlardır, içmeyi, sevmeyi, gezmeyi bir de sevişmeyi iyi bilmesi gereken. Aşksız yatağa girmeyen, gözleriyle seven, korkusuzca ‘seni seviyorum’, ‘seni seviyorum’, ‘seni seviyorum’ diyebilen…
Erkek doğmak, adam olmak demek değildir. Mangal gibi yürek olacak adam dediğinde. Güçlü olacak, sahip çıkacak kocaman bir yürek. Tek rengi olacak adamlığın; ya siyah ya beyaz. Pembe umutları, lila düşleri, ak duvaklı hayalleri soldurmayacak. Tuttu mu ellerinden, bırakmayacak kanasa da yarınları. Saçının tek teline feda edebilecek tüm zamanları.
Yıldızları toplayıp avuçlarında saklayacak, saçlarına baharlar takacak. Babadır, ağabeydir, candır, en çok da yardır. Susmaz, koklamaya kıyamaz, kıskanır saçını, kara kaşını ve o derin bakışını. Saklı değildir cebinde gidişleri, omuzdur, dağdır, yıkmaz, yıkılmaz. Yüklemez narin omuzlarına tüm günahları, susturur gerekirse güneşi, ayı. Baktırmaz uzaktaki yıldızlara, imkansızlıklar vız gelir uğruna. Sadaka değildir sevdası, ödünç değildir kokusu. Teni, tenindir, teri terin. Günahıyla sevabıyla, adamdır o, sevdiğindir…
Diyeceğim o ki;
Erkek dediğin dosdoğru olmalı. Vefadan, sabırdan yana nasip almalı.
Nasıl tutar avucunda bir kelebeği; işte kadınını öyle tutmalı.
Bir çınar gölgesi kadar emin ve olgun ve bir salkım söğüt dalı gibi zarif olmalı. Erkek dediğin, sevdiğinin babası, sırdaşı, en yakın arkadaşı, canı olmalı ve gözlerinde ki mağrur kıvılcım, yalnız kadınını yakıp kavurmalı…
Erkek olmak, kolay gözüken bir kaos aslında. Güçlü olmak zorunda olan, savaşan ve hep dik duran. Her erkek adam değildir fakat her adam da sadece erkek değildir. Ayrıca adam olmak, sınırların ötesinde cinsiyet meselesi değil, şahsiyet meselesidir.
Ve erkek olmak, doğuştan gelen bir yazgı olsa da adam olmak her erkeğe nasip olmaz.
Çünkü erkek olmak, ilahi bir mecburiyettir.
Adam olmak ise o mecburiyetin hakkını vermektir…
Hem de layıkıyla…
Cansen ERDOĞAN