İlerlemeyen adeta durmuş bir trafik.
Susmak bilmeyen kornalar, tampon tampona ilerleyen arabalar, koşuşturan insanlar.
Hayalleri barındıran reklam panoları, hayalleri yıkan hayat karmaşası…
Şehrin boğucu kalabalığında, yalnızlığını susturma telaşı.
Tam o sırada, ileride tüm haşmetiyle yükselen gökdelenlerin arasından görülen etkinlik ilanları, sergi çağrıları, tiyatro oyunları afişleri.
Dünyanın avuçlarının arasında, parmaklarının ucunda, yanı başında olduğunu hissetme zamanı…
Çok da kolay değildir, büyük şehirde yaşamak.
Uyanır uyanmaz başlayan bir maceradır aslında kozmopolit bir şehri teneffüs etmek ciğerlere.
Hiçbir gün birbirinin aynı değildir, üstelik sadece dışarıda olmak bile güvenlik açısından risklidir.
Egzoz kokusudur başı döndüren, bir logar kapağıdır, yürürken takılıp düşürten.
Hep bir yerlere yetişme, bir şeyleri yetiştirme dürtüsü, yorar şehir insanını ve kamusal bir hayaldir, güneyde küçük bir yere yerleşmek, bırakmak buraları…
Oysa tüm zorluklarına, karmaşasına rağmen dünyayı avucunda kavramaktır, büyük şehirde yaşamak.
Yaşamış olmak için değil, dolu dolu yaşamaktır aslında.
Hayatı ucundan, kıyısından tutarak değil, hayata sıkı sıkı tutunarak yaşamaktır.
En yeni filmleri tüm dünyayla aynı anda izlemek, sergileri sıcağı sıcağına gezmek, müzeleri görmek…
Dünyadan uzak, medeniyetten geri kalmamak.
Yaradanın verdiğine kendinden bir şey katmak.
Bu duyguyu çok yoğun olarak hissettim, son günlerin en çok konuşulan sergisi ‘Body Worlds’ ü gezmeye gittiğimde.
Henüz doğmamışken ana rahminde, büyürken yavaş yavaş bedenimizle birlikte, dışardan göremediğimiz, içeriden hissedemediğimiz “biz”i anlatan bir sergi Body Worlds…
”Eşsiz dehanın gücü, tek bir hücreyle başlar” diyerek açılıyor sergi.
Bizi, tek bir hücreden meydana geldiğimiz gerçeği ile yüzleştirerek, kibarca ‘sen de kimsin’ diyerek.
Yavaş yavaş ilerledik; su dolu bir kesede büyüyüşümüzü seyrederek.
Beynin oluşumunu, sinir sisteminin yapısını, bedenimize verdiğimiz ödüllerle, bilmeden ettiğimiz kötülüklere şahit olduk.
Claude Monet’in ‘Japon Köprüsü’, Edgar Degas’ın ‘ Saçını kurulayan kadın’ tablolarını, sahip oldukları göz kusurları sebebiyle, bizim gördüğümüz renklerle meydana getirip aslında kendi gördükleri renklerle hayal ettiklerini öğendik.
Tüm dış etkenlerden yorulan derimizin kırışıklık yolculuğunda, en büyük silahın kozmetik ürünleri değil, sağlık ve huzur olduğunu, en büyük antioksidanın mutluluk olduğunu gözlemledik.
Önemli olanın derinin buruşması değil, ruhun buruşması olduğunu belledik.
Uzun yaşamın sırrının gökkuşağı yemek olduğunu, gökkuşağı renklerini içen tüm yiyeceklerin ömrümüze ömür kattığını anladık.
Kısacası varoluşumuzu sorguladık, tüm gezenlerle birlikte.
Yaradanın kurduğu o eşsiz sistemi ve ne kadar şükretmemiz gerektiğini.
Yaşam ile ölüm arasındaki o çizginin inceliğini ve her iki tarafa da yakın olduğumuzu görmeyi…
İlk başta kulağa korkutucu geliyor aslında ölüme bu kadar yakın olduğunu bilmek, üstelik bunu duymak.
Sadece hastanede hatırlanır ölüm nedense, bir de cenazeye gidildiğinde. Sadece bir iki saat sürer etkisi, sonra yine eski terane.
Korkulur adından bile, adı geçtiğinde atılır öteye.
Ancak karşılaşıldığında, yüzleşilir.
Oysa doğal bir süreçtir o da.
Doğmak, yaşamak gibi, kusursuz sistemin kusursuz finali, yeni gelenlere yer açma eylemi.
Ruhu kızağa çekme, dinlendirme vakti.
Ondan en çok korkanlar, hayata daha katacakları olanlar, henüz iz bıraktığına inanmayanlar, daha yaşaması gereken şeyler olduğuna inananlar.
Yaşamak, ezeli bir savaş olduğundan beri, post-modern bir direniştir ölüm.
Belki de doğumdan sonraki tek gerçek.
Dışlanan korkumuz, hep uzak durduğumuz.
Oysa inanlar için vuslat zamanı, gerçeğe düşen ilk cemre, başlangıçlara açılan yeni bir pencere.
Bilinmeze doğru çıkılan, dönüşü olmayan yolculuk, belki de varılacak yer aslında.
Savrulup toprağa düşen bir başak tanesi toprağa değdi mi, canlanabiliyormuş.
Ölüm de böyle bir şey olsa gerek, tekrar canlanabilmek için toprağa değmek gerek.
Dibine kadar yaşayabildiyseniz hayatı, ölümüne sevmeyi yaşadıysanız en azından bir kere, yağan yağmura aldırmadan öpüştüyseniz sevgilinizle, yuvarlandıysanız karlarda çocuklarınızla, sabaha kadar sohbet edebildiyseniz dostlarınızla, bir filmde ağlayabildiyseniz içli içli, hiç bilmediğiniz bir ülkede, hiç tanımadığınız insanlarla eğlenebildiyseniz, tüm dünya size karşı koysa da aklınızı yolda bırakıp yüreğinizin sesine koşabildiyseniz eğer, korkmanız gereksizdir.
Yirmi bir gramlık ruhunuzun hakkını vermişsinizdir.
Önemli olan bir iz bırakmak, o izle anılmaktır.
Bıraktıysanız, o izle anılacaksınız…
Bunlardan bir tanesini bile yapmadıysanız, sanırım korkmakta haklısınız…