Son demleri mevsimin;
Hani ısıtmaya devam etsem mi, etmesem mi asında kalmış güneşin ılık kararsızlığı.
Neyse ki körfezin üstünde parlak elmas öbekleri yapmak konusunda kararsız değil, pırıl pırıl parlıyor, kendinden emin körfez…
Dayandığı haşmetli dağlar, gururla gülümserken kızıyla övünen baba misali, mavi gökyüzü göz kırparak karşıladı beni; ‘hoş geldin’ diyerek…
İşte İzmir’in üstünden uçakla geçerken, alçalmaya başladığımız sırada aklımdan geçen, gözümün önüne gelen tam da bunlardı.
Uçaktan inip İzmir-Çeşme hattında yol alırken ve kekik kokulu ege havasını çekerken içime, bir başka sevdiğimi düşündüm bu şehri, egenin vakur, kendinden emin bu kentini.
Türkiye’nin batıya dönük yegane yüzü İzmir…
Aydınları, insanları, istikrarıyla, hırsı, çalışkanlığıyla, yetmiş milyon kişilik sınıfta, sınıf mümessili olması gereken şehir.
İlerlerken yepyeni yapılmış düzgün otobanında, anladım yaşadığı o haklı gururu, yıllar önce düşmanı denize döktüğü bir dokuz eylül sabahında…
Finaller önemlidir, güzeldir.
Çeşme de, yaza vedanın en güzel yeridir.
Ilık hazan yeliyle sarmalanmış yaz güneşi bu kadar mı yakışır bir şehre, bir bedene…
Ergenlik çağındaki yeniyetmeler gibi umutlu, ürkek, biraz da delifişek.
Özündeki duruluğu kaybetmek istememekle bir an evvel büyümek arasında kalmış ruhun hırçın kararsızlığı duyuluyor yüksek perdeden.
Ama aldığı aile terbiyesine aykırı hareket etmeden; usul usul, derinden…
Müthiş bir kahvaltıyla başladı Çeşme masalı, masada çeşit çeşit peynirler, ev yapımı reçeller.
Karşıda uzanmış alabildiğine mavi denizi seyrederken burnumda iyot kokusu, kazıdım görüntüyü belleğime iyice, soğuk kış günlerinde hatırlayıp ısınayım diye…
Misafirperverliğin dibine vurmuş bir ege masalında, huzur içtim kana kana…
Geleneklerine ve şehirlerine bağlı egenin zarif insanları, gelen yabancılara, misafirlere de çok saygılı.
Sımsıkı kucaklıyorlar insanı.
Yürürken yolda bakına bakına,
Yaşı az biraz geçkince bir teyze, ısırgan otlu gözleme uzatıyor ansızın.
Damlasakızlı Türk kahvesinin beni benden alan kokusu tüterken burnumda, sakızlı un kurabiyesi tutuşturuluyor elime.
Ve güneşle, denizle kucaklaşma vakti…
Eşsiz Aya Yorgi koyu; Sole Mare, Babylon, Paparazi, Shayna…
Güneş, heybetini yitirmiş şekilde bakınırken karşı tepenin kenarında, dev minderlere gömülüp chill out dinlemek, şuursuzca dinlenmek.
Mandalina ağaçlarının gölgesinde, kırıştırmak uykuyla gözlerini kapatıp dalmak rüyaya.
Atmak kendini serin sulara, yüzmek karşı koya.
Kendini dinlemek ve kendine gelmek buz gibi bir limonçelloyla…
Ilık ege akşamı yıldızları ağırlamaya hazırlanırken, biz de konuk oluyoruz bu izzet-i ikrama.
İnanılmaz güzellikteki yeni marinasıyla, insanın kendini İtalya’da hissettiği, şık butikleri, el işçiliğinin hakim olduğu dükkanlarıyla ‘acaba ben şimdi neredeyim’ diye sirkülase oldurtan bambaşka bir dünya. Balığın envai çeşidi, kalamarın enfes kokusu, deniz börülcesinin inanılmaz tadı. Kadehleri vurup karşı yakaya, Hera, Afrodit ve Athena tebessümle karşılık verirken bu selama, tuz diye yakamoz bastık yaremize için için. Anason tadı, yapışıp kalmaz belki dilimize de, şerefe kalkan kadehler, yapılan muhabbetler silinmez yüreğimizden…
Ve Alaçatı…
Sardunya taçlı, taş evler, mavi pencereli beyaz butikler…
Çok şık, küçük lokantaları, açık hava müzesi gezer gibi konuşlanmış binaları, limon ağaçlarıyla küçücük bir masal diyarı…
Kokulu sabunlarının o ipeksi dokusuna dokunmak, Veli Usta’nın karadutlu, sakız aromalı dondurmasını tatmak, kumru yemeden oradan asla çıkmamak, pembe sardunyalara aşık olmak; yaşayacaksak böyle yaşayalım, yoksa da hiç yaşamayalım demek haykırarak…
İmbat rüzgarları davet ederken sörfe, kenarda oturup yelkenlerin renk cümbüşü de izlenebilir keyifle...
Cevizli-peynirli salatayı şarap eşliğinde tatmak gerek zeytinyağının bu anavatanında.
Her an bir tanıdık, bir ünlüyle karşılaşılabileceği yüksek ihtimaliyle daha dikkatli bakınmak gerek çevreye.
Bir de bakınmaktan bitap düşüp attığınızda kendinizi sokaktaki beyaz bir sandalyeye, şükretmek gerek; ‘Allahım beni iyi ki buraya getirdin’ diye…
Ben bir dostluk masalı yaşadım sakız kokulu bu kentte…
Kahkahalarla ağladım sevgiyle, hıçkırarak güldüm neşeyle, gözlerimde parlayan tane tane yaşlarla…
Ilık rüzgarlar, soğumuş kalmış terlerini ürpertirken yüreğimin, mavi boyalı dostluk türküleri dolaştı durdu dilimde…
‘Yine geleceğim’ dedim kendi kendime;
‘Tertemiz insanları, sersem eden rüzgârı, Arnavut kaldırımları, sakız kokulu sokaklarıyla beni mutlu eden bu yere yine geleceğim”…
Çünkü;
Bir elimde defne, bir elimde sevdan, kalbim egede kaldı…
Cansen Erdoğan