YIKIM SANATI
Kesif bir barut kokusu, toz, toprak, molozlar arasında binalar, bu binalar arasında pimi çekilerek patlatılmış el bombalarıyla oynayan çocuklar. Ayaklarında kan izleri bulaşmış, tabanı olmayan ayakkabılar, ertesi güne sağ çıkıp çıkamayacaklarını bile bilmiyorlar. Günlerdir gazetelerin çarşaf çarşaf sütunlarında baş gösteren, televizyonlarda, sosyal medyada avaz avaz haykıran ‘savaş’ ı izlerken dehşetle, gözümde canlanan ilk bunlardı işte. Ne için olduğunu dahi anlamadığımız, misilleme yaptık diye sevinip rahatladığımız, bir tezkereye sattığımız ruhumuzla bir yıkım sanatı konuştuğumuz, bir başyapıt…
Ne onurunu koruma, ne canını kurtarma, hemen hepsi ticari rantlar üzerine kurulu, para kazanma misyonlu, ‘daha fazlasına sahip olma’ düsturlu katliam oyunu. Ne mi yapmış bu ‘S’ilahla ‘A’skerle ‘V’urmak Anonim Şirketi;
1965-1992 yılları arasındaki 149 savaşta 23 milyondan fazla kişiyi öldürdü ki bunun sadece 3 milyonu askerdi.
Sadece 1.Dünya Savaşı 50 milyon insanın ölmesine, 90 milyondan fazla insanın sakat kalmasına sebep oldu.
Balkan Savaşında Bosna’da yirmi bin kadına tecavüz edildi.
Körfez Savaşında ABD, Irak-Kuveyt sınırına ve Basra kenti etrafına döşediği mayınlarla bir milyonda fazla kişinin elinin, kolunun, kopan bacağının sahibi oldu.
Peki, bitti mi, elbette ki hayır. Bugün dünyada beşyüzbini bilim adamı olmak üzere onbeş milyon kişi silah ve silah geliştirme enstitüsünde çalışırken, bundan ekmek yerken asla bitmeyecek savaşlar, son bulmayacak kayıplar ve dinmeyecek acılar. Ve tüm bunlara rağmen bir anlam varsa savaşta, o da tüm bu sayılanların anlamsızlığıdır, ölümün gerçekliği dışında.
Hunharca kahkahalarıyla bize tüfeğini doğrultup ‘ kan, kan’ diye haykıran sonra da kafasına sıkan bir evren karakteridir savaş.
Ölüm yağdırır gökyüzünden, kan akıtır nehirlerinden. Sağa sola isabet etmiş şarapnel parçacıkları acıtır yüreği, kopan bacağını arayan adamın feryadı örseler yürekleri.
Savaşta kazanan olmamıştır, sadece anneler kaybetmiştir o kadar.
Hangi devletin kurulması, hangi toprağın kurtulması dindirir, çocuğunu kaybetmiş bir ananın feryadını. Hangi başarı örter üzerini, kucağındaki ölü bebeğe sarılan annenin gözyaşını.
Ya çocuklar? Savaşları o küçücük ellere kim emanet etti, ya da savaşlara çocukları kim teslim etti?
Evleri, barkları, parkları, okulları yıkık, yürekleri darmadağın, gece baskını uykuları bölük pörçük işgal çocukları onlar.
Babaları gözlerinin önünde vurulan, yokluktan ölen kardeşlerinin cesediyle günlerce yaşayan, patlamaların şiddetinden kulakları uğuldayan ve etrafa korkmuş, şaşkın gözlerle bakınan hayata baştan mağlup başlamış savaşın çocukları. Kim anlatabilir ki onlara bağımsız Kürt devleti kurma emellerini, petrolün bitmeyen cazibesini. Batı ülkelerinin para hırslarının, yok olan ailelerden, ölen kardeşlerden daha önemli olduğunu. Bir yerlerde duydukları ‘insan hakları’ cümlesinin namlulardan çıkan mermiyle eşdeğer sayıldığını, demokrasi isabet etmiş evlerinde annelerini canlı, son kez gördüklerini. Üstlerine özgürlük yağan bombalardan, yardım kod adlı kurtlu erzaklardan, gözlerinden yaş yerine barut akan çocuklardan bahsediyorum, hani her gün televizyonda izlediğimiz. Hani yıllardır milyonlarca ışık yılı uzaktaymış gibi acıyarak gözlemlediğimiz, bugün ise her an başımıza gelecekmiş gibi hissettiğimiz savaş mağduru çocuklardan. Belki de doğuştan sahibi olduğumuz tek hakkımızın ‘Yaşama Hakkı’mızı bir vekâletle pardon tezkereyle devlete verdiğimiz, ölümün köşeyi dönüp de hangi eve gireceğini artık kestiremeyeceğimiz bir dönemin hemen başındayız. Ne diyeceğiz çocuklarımıza; ‘Daha da zengin olmak isteyen emperyalist güçlerin hırslarına kurban ediyoruz kendimizi, bizimle birlikte sizi mi’, yoksa ‘ korkmayın çocuklar, dışarıda büyükler savaşçılık oynuyorlar ve yalnızca sokakları kırmızıya boyuyorlar’…
‘Ne iyi bir savaş vardır, ne de kötü bir barış’ demiş Benjamin Franklin. O zaman nedir, içine girmek için bu kadar heves ettiğimiz, çığlık atsam sessiz, sussam yine çaresiz dediğimiz. Dedikleri gibi kim bilir belki de dünya, kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.
Eğer siz hiç duymadıysanız bu acıları, işitmediyseniz, duymadıysanız savaşın anlamını, bir sorun kendinize; ‘ben insan mıyım acaba’ diye. Ve patlamada kolu kopup; ‘ben büyüyünce, kolum da büyüyecek mi’ diyen çocuk sizin çocuğunuz olsaydı, ne cevap vereceğinizi de…
Cansen ERDOĞAN