Kışın ortasına yaklaşmışken…
Şehir üşümüş, kendini eve kapamışken, sokaklar bomboşken…
Omzumda ince bir şal, elimde bir fincan dumanı tüten kahveyle oturup dolunayı izlerken, üstelik hilali daha çok sevmeme rağmen…
Enrico Macias’ın ‘zingarella’ şarkısı geldi kulağıma birden ve minik bir tebessüm yerleşti dudağıma inceden. Çocukluğum geldi aklıma, çocukluğumun uzun yaz günleri. Ve gençliğin o yeniyetme, biraz umarsız, biraz pervasız, doludizgin yaşanan, dörtnala koşan telaşlı günleri.
‘Vay be, ne günlerdi, bir şarkı çocukluğuma, sonra da hızını alamayarak o kavakları yerlerinden eden yellerin estiği yıllara götürdü beni derken buldum kendimi. Önce şaşırdım, sonra ürktüm. Zaman mı hızlı geçiyordu, ben mi hızlı koşuyordum, çözemedim. Geç mi kalmıştım, yoksa yolun başında mıydım bilemedim.
Yolun yarısını, otuz beş kabul etmiş Cahit Sıtkı. ‘ Dante gibi ortasındayız ömrün’ derken, yaşı yetmiş, işi bitmişlere göre hesap kitap yapmış sanki. Hadi diyelim öyle, hadi diyelim ömrün yarısı otuz beş olsa, biraz ara olsa ve sonra ikinci yarısı başlasa, hangisi daha çok merak uyandırır, birinci yarısı mı, ikinci yarısı mı? Belki doğru cevabı yok bunun ama tek bildiğim, filmin ikinci yarısı hep daha güzeldir ve de daha heyecanlı; yalan mı?...
Kaba bir hesapla, harala gürele gelmişken yolun yarısına, artık zaman muhasebe zamanı, hesap dönemi sona ermeden ara bilançoyla durumu tespit zamanıdır. Hasar tespiti yapılacak, zarar-ziyan hesaplanacaktır. Basmış gaza, giderken son sürat otobanda, ‘köprüden önceki son çıkışı’ kaçırmamalı, son çıkıştan sonra kalan yarıya otobanda değil, stabilize dağ yolunda devam edileceği unutulmamalıdır…
Ömrün birinci yarısıyla ikinci yarısı arasındaki en belirgin fark, ikinci yarının süresinin bilinmemesidir bence. Cahit Sıtkı, yolun yarısını otuz beş kabul etse de, kırk beşinde veda etmiştir hayata. Dolayısıyla ilk yarıdan sonra, yaşanacak her gün, kalan hayatımızın son günüdür aslında. Hakem düdüğüyle başlayan ikinci yarı, kaderde yazılan zaman kadar oynanacak, uzatma olmayacaktır. İşte belki de o yüzden otuz beş sonrası, biraz daha ürkütücü, gizemli ve de değerlidir. Zamanı belli olmayan bir sona giderken ve sahnede bir yabancıyken, hayatın yazıldığı gibi okunmadığını, kitaplara sığdırılmadığını ve de genel geçer kurallardan ibaret olmadığını anlama vakti, işte gelmiş çatmıştır bile…
Yolun yarısına geldiğinde ve geriye dönüp baktığında fark edeceksin ki, en az bir kere şöyle sağlam bir tokat yemişsindir hayattan. Birkaç kere sağlam bir hayat darbesiyle düşüp yeniden ayağa kalkmışsındır. En az bir kere kendini aciz, yenik ve yalnız hissetmişsindir. Birkaç tane kabuk bağlayan, ve tatlı tatlı kaşınan yaran vardır. En az bir kez salya sümük ağlayıp aşk yüzünden savrulmuş, hayattan soğumuşsundur. Telefon rehberini en az bir kere temizlemiş, dost bildiklerini silmişsindir. En az bir kere, yeniden başlama kararı vermiş, bunu denemiş ya da deneyememişsindir.
Otuzlu yaşların ortalarındaysan yüzünde birkaç çizgi, yüreğinde birkaç kesik, aklında birkaç hayal vardır. Kalbin akla hükmettiğini, aklın kalbi delirttiğini artık anlamışsındır. Kirazları sevmekten çok, ‘kirazları sevdiğinin hatırlanması’ mutlu eder artık seni. Uzun masalarda yapılan dost sohbetlerini, ince fasılla, kahkaha biraz da gözyaşıyla yoğrulmuş rakı muhabbetlerini seversin. Dostlarına daha bir sahip çıkmak, ailenle daha çok birlikte olmak istersin. Ertelememek gerektiğini öğrenmişsindir artık hayallerini; Hep gitmek istediğin yerlere gitmek için adım atarsın artık. Yıllardır aramak isteyip de aramadıklarını, görmek isteyip de görüşemediklerini görmek için fırsat yaratırsın. Aklın zamansız öldürdükleri, yüreğinde amansız dirilmişse, bu kez dur demezsin kalbine. ‘Yaş olmuş otuz beş’ dersin, bundan sonra olduğu kadar, olmadığı kader…
En güzel yaşlardır otuzlar, kırklar. Hani kadın gibi kadın, adam gibi adam olunan yıllar. Pas tutmuş ilişkilerin, soğumuş sevgilerin, üzerine hayal kurulmamış sevişmelerin yalan olduğunu anlama, sıfırdan başlama ya da koşmadan sadece önünde hızla giden damperli zamana tutunarak yaşamaya devam zamanı. Yapılan seçimlerin, doğruların ve yanlışların hasat mevsimi. Nadasa bırakılan hayallerin biçer-döverle kavuşma vakti.
Ben susmayı öğrendim, yolun yarısına geldiğimde ve sustuklarımı duyabilenlerle bir ömür geçirebileceğimi. Gözlerimle değil yüreğimle ağlamayı öğrendim, bir de çok sevmeyi ve çok sevilmek istediğimi. Yaradan’ın yedi günde yarattığı dünyanın yedi dakikada yerle bir edilebileceğini. Kitap gibi kadınları, imlası bozuk erkeklerin okuyamadığını öğrendim ve aslında erkeklerin mutlu olmak için çok da fazla bir şey aramadığını. En önden izlenmeye değer tek gösterinin hayat olduğunu öğrendim, bedeli önemli değil.
Evet, sevgili okuyucu; Eğer yolun yarısına gelmiş hatta biraz geçmişsen, bu yazılanları okuyor ve yazılanlar sana bir şey ifade etmiyor, korkutmuyor, heyecanlandırmıyorsa yoluna devam et. Bunca yıl boşuna yaşamışsındır, bundan sonra da değişen bir şey olmayacaktır.
Seneler, cildi buruşturabilir ama ruhu buruşturan heyecanların yitirilmesidir. W. Goldstone’un örneklemesi gibi;
Yaşlanmak bir dağa tırmanmak gibidir.
Çıktıkça yorulur, nabzınız artar.
Nefesiniz daralır, gözleriniz kararır.
Ama her tırmanmada hayata biraz daha tepeden bakarsınız, görüş açınız artar.
İnsanlar, yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar. Oysaki yaşamadıkça yaşlanırlar.
Ve inanın yaşlanmaya karar verdikleri gün yaşlanırlar…
Cansen ERDOĞAN