BAŞIMIZ SAĞOLSUN
Başım uğulduyor, gözlerim doluyor. Etraf kan kokuyor, insanlar ağlıyor. Kesif bir barut kokusu, toz, toprak, molozlar arasında fişekler, cesetler. Ayaklarında kan izleri bulaşmış, tabanı olmayan ayakkabılarla şehitler. Henüz yirmilerinde, arkalarında analarını, bacıları, karılarını, doğmuş- doğacak çocuklarını bırakıp vatan uğruna can vermiş evlatlar. Günlerdir gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada avaz avaz haykıran ‘savaş’ ı izlerken dehşetle, gözümde canlanan ilk bunlardı işte.
Hatırladığım kadarıyla dört, beş yaşlarındaydım. Bir gün amcam, elinde bir hediye paketiyle geldi. İçinden çıkan, boyu neredeyse benim kadar oyuncak bir bebekti. Gözlerime inanamamıştım; öyle güzel, öyle canlı gibiydi ki. Çok mutlu olmuştum; o benim bebeğimdi. O’nu yıkayacak, giydirecek, her yere yanımda götürecektim…
Çok seneler geçti. Gökyüzüne baktım hep, kayan yıldızları gördüm, dilek tuttum. İçimde kendiminki dışında, bir kalp atışı hissettiğim gün, gerçek oldu dileğim. Minik oğlum doğup da kucağıma geldiğinde gözlerime inanamamıştım; öyle güzel, öyle masumdu ki…
Çok mutlu olmuştum; o benim bebeğimdi. O’nu yıkayacak, giydirecek, her yere, yanımda götürecektim…
Dahası da var tabi; Hastalandığında sabahlara kadar başında bekleyecek, sütünü bitirmesi için yaratıcılıkta sınır tanımayan oyunlar keşfedecek, okula başlarken küçücük avuçlarını sımsıkı saracaktım avuçlarımda. İlk aşk acısında, üzgün gözlerine bakıp ben de uyuyamayacaktım onunla. Mezuniyetlerinde en önde alkışlayacaktım, gurur gözyaşlarımla. Damat olduğunu görüp babaanne olmayı bekleyecektim sonrasında da…
Er Mustafa’nın da annesi bu hayalleri kuruyordu eminim, Ömer Çavuşun da, Kınalı Ali’nin de. Onların da dilekleri gerçekleşmişti belki kayan bir yıldızla belki bir adakla bir duayla; Anne olmuşlardı biricik oğullarına. Büyütmüşlerdi bin bir emek, bin bir zorlukla. Biri işe gitmiş aklı yavrusunda, biri tarlada çalışmış sırtında çocuğuyla, diğeri evinde, aşıyla, ayranıyla. Sabahlar uzakmış onlar hastalanınca, beklemişler başuçlarında. Kurban olmuşlar yavrularına, gözlerinden akan bir damla gözyaşına…
Sonra büyümüş oğulları, asker olmuşlar; anlı, şanlı. Sıra onlardaymış; vatan borcunu ifa zamanıymış. Alkışlarla, kornalarla, akan yaşlarla herkes onları uğurlamış. Analar için hiç geçmeyecek bir zaman başlamış. Bir gün memleketten uzakta, bir başka ülke toprağında bomba patlamış, Ömer Çavuş hayata gözlerini yummuş. Tank ateşinde Kınalı Ali haince vurulmuş. Füze saldırısında Er Mustafa, oracıkta şehit olmuş. Evlerine ateş düşmüş, Sadece onların değil ailelerin de hayatları sönmüş.
‘Biz Ortadoğu ülkesiyiz, bunlar Ortadoğu’da her gün oluyor’ diyen gazeteci sözüm sana;
‘Biz kanla yoğrulmuş, gözyaşı ile sulanmış, çimentosu acıyla harmanlanmış Anadolu coğrafyasının, diğerleri gibi manda ülke olmayı kabul etmemiş, Nene Hatun’un, Elif Ana’nın kağnılarla cepheye giden bir neslin evlatlarıyız. Dünyaya nam salmış bir imparatorluğun torunlarıyız. Senin bizi layık gördüğün sıradan bir Ortadoğu ülkesi olmaktan çok uzağız. Acaba Senin oğlun da cephede olup savrulsaydı uzuvları dört bir yana, diyebilir miydin; ‘Ortadoğu buralar, olur böyle vakalar’. Koy elini vicdanına diyeceğim de olmayan şeyi nasıl bulacaksın, aynaya nasıl bakacaksın!
Dünyada ‘soğuk savaş’ dönemi bitti, ‘ara sıcaklar’ dönemi başladı. Meydanlar yangın yeri, ülke koca bir cenaze evi. Haklı olmak yetmiyor, haklı ölmekle de bitmiyor. Evlatlarımızı kaybediyoruz yanında bir de insanlığımızı. Sonu nereye varacak bilmiyoruz.
Şehitler, toprağa düşen yıldızlar ve toprağa değil kalplere gömülürler. Karanlık gecede, gökyüzünde kayan yıldız gördüğünüzde, bilin ki bir yerlerde, çok uzak köşelerin birinde bir asker yapayalnız, şehit olmuştur siz rahatça uyuyun diye…
Şehit anası… Kahpe kurşun değmişken evladına, o uzaklarda pencereden bakıyor dışarıya ve süt kokusu geliyor burnuna. Hastalanıp ateşlendiğinde başucunda beklediği evladı, ateş altında kalmış yatıyor toprakta. Kıyamadığı göz nuru, sakındığı oğlu, can veriyor bir başına. İşte o an bir yıldız kayıyor semada ve bir ana yüreği onunla birlikte ölüp gidiyor, bedeni dünyada kalsa da…
Hunharca kahkahalarıyla bize tüfeğini doğrultup ‘ kan, kan’ diye haykıran sonra da kafasına sıkan bir evren karakteridir savaş. Ölüm yağdırır gökyüzünden, kan akıtır nehirlerinden. Sağa sola isabet etmiş şarapnel parçacıkları acıtır yüreği, kopan bacağını arayan adamın feryadı örseler yürekleri. Savaşta kazanan olmamıştır, sadece anneler kaybetmiştir o kadar. Sorarım hangi devletin kurulması, hangi toprağın kurtulması dindirir, çocuğunu kaybetmiş bir ananın feryadını. Hangi başarı örter üzerini, üzeri bayraklı tabuta sarılan annenin gözyaşını…
‘Ne iyi bir savaş vardır, ne de kötü bir barış’ . O zaman nedir, içine girmek için bu kadar heves ettiğimiz, çığlık atsam sessiz, sussam yine çaresiz dediğimiz. Kim bilir belki de dünya, kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.
Velhasıl Anton Çehov’un dediği gibi;
Size bir iyi bir de kötü haberim var;
İyi haber; Henüz ölmedik!
Kötü haber; Hala yaşıyoruz… !
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan