GECELERİN YÜKSELEN NARA'SI
Aman da aman, en sevdiğim ay mı gelmiş?
Yılın en görkemli, en cafcaflı, yeşilli kırmızılı, parlak, ışıltılı ve bence en havalı ayı aralık. Kışın da en sesli, en eğlenceli bol da hediyeli zamanı. Kasımın ittirmesiyle ocağın kaktırması arasında sıkışmış, yanıp sönen neon ışıklarının aydınlattığı bu zamanı pek bir seviyorum ben. Dışarısı buz gibi soğuk iken kırmızı-beyaz pötikareli bir battaniyenin altına girip de film izlemeyi, şehir sağanak yağmurlara teslim olmuşken bir fincan kahve ile yaptığım kitap keyfini, dost meclislerini, sıcak şarap kadehlerini dolduran şerefe’leri değişmem hiçbir şeye. Ayrılık kokan hüzünler, bitmiş gitmişler, acıtıp üzenler kalır sokak kapısının dışında. Bir kedi gibi miyavlayıp dursalar da Aralık’tan sızamazlar bir daha asla. Kış, miadı dolan insanlara, bitmiş aşklara, tedavülden kalkmış dostlara ahbaplara veda, huzura gebedir, umutlara sıfır, sahibinden kelepir.
Bir sestir kış, yaşı kırkları geçenler için. Soğuk kış gecelerinde evinizde otururken sıcak sıcak iki hece misafir olur hanenize. Uzun uzun bağıran bir ses gelir önce kulağınıza sonra damağınıza. Ağzı sulandıran bu ses, başlamıştır yaklaşmaya; Booo zaaa… !
Eskiden sokaklarda satılırdı boza, güğümler içinde hatta. Bak şimdi yaşım da çıktı ortaya yaaa… Ama neyse ki sonuna yetiştim bu devrin, boza hikayem Vefa ile başladı diyebilirim.
En sevdiğim anlardandır babamı elinde Vefa’dan alınmış boza şişeleriyle görmek. Kesif bir tarçın kokusu, sıcacık leblebiler, yarısı içilmiş kalanı kaşıklanmış, ağıza buruna bulaşmış boza, kışın göbek adı valla. Bazı pazarlar, direkt yerine giderdik bozanın. Hava soğuk ve yağmur çiselerken Haliç’ten yukarı Beyazıt’a doğru bir yürüyüşle vardığımız bu dükkandan içeri girer girmez bir hikâyenin, bir geleneğin içine daldığımızı hissederdik. Kolay değil, koca bir tarih yatıyor burada, 140 yıl boyunca kimler girmiş bu kapıdan acaba. En etkileyici olanı, duvarda asılı olan raf ve içindeki bardak. Bardak, Mustafa Kemal Atatürk’e ait. 1937 yılında bir Pazartesi günü saat 18.00’de burada boza içmiş. O bardak ve neredeyse o an, saygıyla ve de gururla muhafaza ediliyor. Bu arada farkında mısınız, her şeyin, her tadın muadili çıkıyor da bozanın çıkmıyor. Boza efsanesi, tek marka ile yüzyıldır devam ediyor. Oğlum sordu geçenlerde, niye sadece Vefa geliyor akla, boza deyince diye;
Hikaye şöyle;
Boza aslında 8000 yıldır çavdar, mısır ve en çok da darıdan yapılan fermente bir içecek. Öyle ki içindeki mayanın fermantasyonu sebebiyle 16.yüzyılda alkollü içecekler kapsamında neredeyse meyhanelerle bir tutulurmuş. Osmanlı döneminde de çok tüketildiğinden o dönemde, sadece İstanbul içinde 300’ün üzerinde bozacı dükkânı olduğu söyleniyor. İşte hikayenin kahramanı, Karadağ sınırındaki Prizren Kasabası'nda yaşayan Arnavut genci Sadık Efendi, 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus savaşının ardından, 1876 yılında Rumeli'den yaşanan yoğun göç sırasında İstanbul'a geliyor. Meşhur Ahmediye Bozacısı ve benzeri nam salmış ünlü bozacılar gibi Sadık Efendi ‘ de bozaya dokunmayı başarıyor. Fakat bu dokunuş, bozanın gelecek tarihini yeniden yazacak, henüz onu bilmiyor. O zamanlar boza, Ermeni usulü, sulu kıvamlı, esmer renkli, ekşi biçimde yapılıyor ve neredeyse iki yüz esnaf tarafından yapılıp satılıyor. Bozanın o tadını pek beğenmeyen Sadık Efendi, kendi buluşuyla Arnavut usulü, farklı bir yöntem deniyor ve işte o buluş, bugünkü haliyle yani koyu kıvamlı, açık sarı renkli henüz yeni mayalanma kabarcıklarının oluştuğu andaki çok hafif ekşimsi lezzeti, Vefa bozasının ilk imzası oluyor. Lezzetinin sırrının da yapımında kullanılan kum darısının irmiğinde saklı olduğu söyleniyor.
Evinin altındaki bir bodrumda zor şartlarda, kendi imkânları ile ürettiği bozasını, altı yıl boyunca kış geceleri saray ve çevresinde, omzunda taşıdığı bakır güğümlerle dolaştırarak tanıtıyor. Kar, soğuk dinlemiyor, mahalle mahalle geziyor. Kendi ürettiği bu boza, halk tarafından çok seviliyor. Gösterilen ilgi ve talep karşısında, ‘artık tamam, hazırım’ diyen Sadık Efendi, zamanın saraylı, aristokrat aileleri ile bürokratlarının oturduğu, İstanbul'un en elit semtlerinden biri olan Vefa'da, 1876 yılının Eylül ayında boza ürününün dünyadaki ilk resmi ticarethanesini açıyor. Vefa semtinde açılan bozacının adı “Vefa Bozacısı” olarak belirleniyor.
Mevzunun yakın zamanda gazetelere yansıyan üzücü ve çirkin yanına girmek istemesem de olayın bir parçası olması sebebiyle girmek kaçınılmaz oluyor maalesef. Hızla ilerleyen Sadık Efendi, bir süre sonra Prizren’de yaşayan kardeşi İbrahim Efendi’yi İstanbul’a getiriyor ve kasanın başına oturtuyor. Zamanla vefatlar oluyor ve bu iki kardeşin çocukları karşılıklı dükkanlarda birbirlerine rakip oluyor. Olaylar mahkemeye taşınıyor ve gazetelerden de hatırlarsınız, kanlı bir miras kavgasının içine giriliyor.
Ama ben bundan ari tutuyorum bozayı, boza benim çocukluğum çünkü…
Masumiyetim, gençliğim, tadında kendimi bulduğum benliğim.
Şimdilerde Vefa artık sadece bir semt olsa da İstanbul’da, düşlerim var hala benim, boza kıvamında. Soğuk aralık günlerinde içimi ısıtanlar, umutlarım, aşka inancım, gerçek dostlarımdır. Tamam, hayat bazen şerbet beklerken şıra yapsa da planları, olsun onda da vardır bir hayır;
Ne de olsa şıracının şahidi bozacıdır... :-)
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan