Oyunlar Değişmiyor
Puslu bir havaydı ve ben ellerimi montumun cebine sokmuş, beremi kulaklarımı kapatacak şekilde çekiştirmiş hızlı hızlı yürüyordum. Arada bir burnumu tıkayıp ağzımdan çıkan nefesi göğe doğru bırakarak nefesimin ‘tozu dumana katmasını’ izliyordum.
Yaprakları dökülmüş çınar ağacını geçer geçmez gözlerim hemen yanındaki alana takıldı. Boğazıma bir yumru tıkandı, içim acıdı. Karşımdaki, boyaları dökülmüş salıncakları, ayağı paslanmış kaydırağı ile mevsimin gurbetinde yalnızlığına gıcırdayan oyun parkıydı. Çok sevdiğim, uzun kış günlerinin içimi en çok burkan tarafı, ıslık çalan rüzgara, yağmura, ayaza, kara emanet edilmiş çocuk parklarıdır. Hüzün verir bana ve oyunsuz kalmış çocukları anımsatır. Bir de çocuksuz kalan hayatı, büyüklerin oynadığı oyunları…
Sevgi kadar kıymetli, okul kadar önemli en değerli ruhsal besindir oyun. Çocuğun en güzel eğlencesi, vazgeçilmezi. Kızlar evcilik oynarlar, erkekler ise askercilik. Kızlar bebeklerinin uzun saçlarını örerler, erkekler dövüşürler. Oyun, toplum tarafından biçilen rollere hazırlar kişileri, yazılı olmayan, herkesçe bilinen rollere. Kızlarla evcilik oynayamaz mesela erkek çocuk, ayıplanır. Sıska bacakları, çitlembik edasıyla erkek çocuklarla maç yapamaz kız, kınanır. Ha bir de doktorculuk oynamak vardır da, onun yaşı onsekizden sonradır.
Zaman geçer, büyürüz. Oyunlar değişir bazen, oyuncaklar da öyle. İlişkiler girer hayata, kadın-erkektir artık ön planda. Bir kovalamaca başlar, biri kaçar, diğeri tutar. Kedi-fare oyunudur artık bu, kurtulan yoktur. Gölge oyunları başlar sonra, elimizde, ayaklarımızda ipler. Kukla olup yönetiliriz tepeden bir yerden. Üzerimize oynanan oyunların farkında olmadan yaşar gideriz. İç yansa da dil susar, bağırırız derinden; ‘acımadı kiii….
Oynamak fiilinin ‘oy-mak’ tan geldiğini anlama vakti çoktan gelmiştir bile. Doğum günlerinden birinde hediye gelen kurşun askerler, öyle masum masum durmuyorlardır artık kutularında. Askerler gerçek olmuş, kurşunlar uçuşuyordur havada. Sapanlar yerine havanlar vardır; küçük taşlarla kuşlar değil büyük toplarla insanlar vuruluyordur artık. Ve en kötü ihtimalle zengin çocuk topunu alıp gitmiyordur evine, topuyla evleri yıkıp yuvaları dağıtıyordur aksine.
Adam asmaca oynardık küçükken, kağıt üzerinde, meğer yasaklamış devlet bebek katilini asmayı, öğrendik büyüyünce. İsim-şehir ise oynanıyor büyüsek de; İsim Amerika- şehir Bağdat, isim İsrail- şehir Gazze. Yakan top oynuyor büyükler de; bazısının canı yanıyor, bazısının da cebi…
Hayat bir oyundur, oyunbazdır. Büyüdükçe saflığını kaybeder, neşeli oyunbaz, kötü bir düzenbaza dönüşür. Bir zar atarsın kadere, yatarsın düşeşe. Oysa oyun, kelime anlamını çoktan yitirmiştir bile; asıl anlamı eğlenmek iken, arkandan dolap çevirmek olmuştur mecaz hali ile. Yakışıklı prensi bulmak için kurbağayı öpen kız, kendini o kurbağa ile evlenmiş bulur. Ömür boyu hapis, hırsız Robin Hood’un hazin sonudur. Ya ebe olacaksındır her seferinde ya da ebeyi göstereceklerdir, oyunu kazanmış olsan bile. Süt içirirler küçükken, içersen kemiklerin gelişir derler, boyun uzar. Büyüdükçe anlaşılır ki yoğurdu üfleyerek yemekte fayda var. Çünkü hayat yaşattıklarıyla canını, sütten fazla yakar. Büyüdükçe oyunlar değişmiyor, değişen sadece cezalar. Kaybedince ebe olurduk küçükken, büyüyünce de rezil, işte o kadar…
Tek farkı gözümüzü bağlamalarıydı küçükken, çok sevdiğimiz körebe’yi oynarken. Büyüdükçe görmez olduk yine, gözümüz açık olmasına rağmen. Oysa rol yapanları, rol çalanları yakalayıp oyundaki zafer kazanmış ebenin etrafı çınlatan kahkahasıyla karşılayabilsek hayatı, savuşturabilsek tokatları, belki de her şey çok daha güzel olurdu. Ve akşam ezanı okununca artık eve çağıran annenin güven dolu koynu, dışarıdaki tüm kötülüklerden korurdu.
Hayat korkutucu derecede gerçek olsa da, oyun hayatın en ciddi şakasıdır. Yetişkin her insanın içinde, büyümek istemeyen bir çocuğun saklı olması da işte bundandır. Ofiste işten bunalıp verilen bir kahve molasında, yanında bir dilim gökkuşağı pastası ile yol alma vaktidir artık, düşler ve gerçekler arasında.
Şimdi bir duvara yumdum başımı sayıyorum, saklansın bütün kötülükler. Arayıp bulmazsam onları, belki onlar da yanıma gelmezler. Parlak bir yıldızın ardına saklanmış masumiyetimi arıyorum, bundan kime ne, tek söyleyebileceğim; önüm arkam sobe. Ha bu arada düşündüm de, oyun düşünen hem sadece ben değilim. Son günlerde pek büyüklerimizin sevdiği bir oyun var manşette, o da tabiki; ‘kutu kutu pense’….
Cansen Erdoğan