İLLE DE ROMAN OLSUN !
Ortalık karmakarışık, düzen toz duman. Herkes ayakta, orada burada. Biri yurtdışından sallıyor, burası karışıyor. Yaz geldi, aşı üretildi, kısıtlama bitti de virüs gitti mi ki temelli?
Her kafadan ayrı ses çıkıyor, herkesin derdi ayrı. Koyun can derdinde lakin kasabın durumuna da üzülmekte. Ekmek artık aslanın ağzında değil, midesine indi bile. Sanırsın çingene düğünü, kimi gülüp söyleyip dans ediyor kimi bir köşede oturmuş ağlıyor.
Fark ettim de yüzüme bir tebessüm gelip yerleşmiş, çingene kelimesini yazdığımda. Yazı bitene kadar da oradan gitmemiş. Çingene deyip geçmeyin, fosforlu renkli kalemle yazdırmışlar kendilerini tarihe. Onlar ki toplumun aykırı renkleri; Cenaze törenindeki fuşya, gelin duvağındaki siyah. Her toprakta ölüleri var, her obada gelinleri. Atlaslar parçalar yüreklerini. Ateşten bir çittir tüm sınırları, onlar insanlığın sonsuz lanete uğramış evlatları. Kendileri yoksul, kalpleri zengin insanları; Çingeneler…
Vatanı yoktur onların, göçebedir hayatları. Toprağa bağlı milletlerin bir uyruğu, kimilerine göre eli uzun, kuyruğudur. Bir yere, dile, dine, toprağa, bayrağa bağlı değillerdir. Gittikleri yer yurtları, yerleştikleri yer evleridir. Çizgileri yalın, sınırları kalındır. Yerleştikleri ülkenin bir yamacında, o ülkenin insanlarıyla yan yana ama onlara katılmadan biraz uzakta yaşarlar.
Ne ekonomiye karışırlar, ne siyasetlerine bulaşırlar. Onlar gibi, onlardan da farklıdırlar.
Merak uyandıran, korkulan ve de biraz yabancıdırlar. En çok birbirlerine bağlıdırlar. Geçmişleri ve geleceklerine olmayan, birbirlerine ait olanlardır.
Çingene, şık bir çiçek buketinin içindeki kırmızı karanfildir. O demet içinde olsa da oraya ait değildir. O kendini bilir ve her şeye rağmen boynu diktir.
Çoğunlukla okuma yazma bilmezler, kitap- roman okumazlar. Zaten kendileri romandırlar, romanlara da konu olurlar. Bu rengârenk armonide kadınlar bohçacılık, falcılık, çiçekçilik yaparken erkekler de tefçilik, kalaycılık, çalgıcılık yaparlar.
Hayat felsefeleri nettir; ‘Moralin bozuksa neşeli bir türkü tuttur, neşen yerine geldiyse tutturduğun türküyü devam ettir!
Onlar, ateşten sözcüklerle konuşur, geleceği ararlar, bakla tanelerinde. Ak yürekleri, dar gelir kara tenlerine. Agatha Christie’nin ‘Çingene’si, Prosper Méromée’nin Carmen’i, ‘Notre Dame’ın Kamburu’ndaki Esmeralda ya da Gırgıriye’deki Güllü gibi yaratılmış modeller değil, bizler gibi gerçek insanlardır, belki de bizden daha insandırlar.
Çünkü bizler düzeni düzenlemekle meşgulüz. Aynı giysileri giyiyor, aynı şeyleri yiyor, aynı şeyleri izliyoruz. Plan kuruyor, rejim yapıyor, aynı dili konuşuyoruz. Ağzımızdan çıkan topu topu iki yüz kelime de birbirinin aynı; ‘Şarjım bitiyor, çalışmam lazım, yemek yiyelim mi, para kazanalım, trafik berbat‘ ve her gün duyduğumuz birkaç cümle daha. Teknolojiyi kullandığını sanan ama asıl teknoloji tarafından kullanılan, birbirinin aynı, kopya insanlarız. Günde on üç, on dört saat çalışıp sekiz saat uyuyup iki saat dinlendiğimiz ve buna da yaşamak diyen salaklarız. Of çekip söven hayata, doyumsuzluk diz boyumuzdan biraz yukarıda, mazeret hep hazır; Hepsi hayat kavgası adına…
Ya çingeneler?
Onlar barışıklar kendileriyle her anlamda. Kızarlar, bağırıp çağırırlar ama en okkalı kavgalarında bile müziği duyunca ara verirler kavgaya, başlarlar oynamaya. Yürüyüş yapmazlar, yakıp dökmez, polise saldırıp slogan atmazlar. Onlar dünyayı, göbek atarak protesto ederler. Sisteme ya da sürüye ayak uydurmaz, çarkın dişlileri arasında eğilip bükülmezler. Sessiz kalamazlar onlar, duvarlar arasında uyuyamaz, müziği duymadan yaşayamazlar. Düzeni hazmetmez, kolay sindirmez, ruhlarını esir etmezler. Deniz feneriyle hırsızlık yapanlar, sıvazlanıp alkışlanırken ülkemizde, el feneriyle hırsızlık yaptıkları için yıllarca yatarlar hapishanelerde. Suçlu onlar mı sizce yoksa onları ayrık otu kimlikleriyle düzenden süren, şehir dışına, boş arsalara gönderen, buna da asayiş diyen bizler mi?
Kara gözlü bir çocuğun, ürküten simsiyah kirpiklerinin ardındaki çikolatalı hüzündür çingene olmak. Güleç yüzlü renkleridir onlar, durmadan dönmekte ısrar eden dünyanın.
Hayat onlara; ‘Çal’ der, ‘ağlarken bile çal, gülerken oyna ve aşk sana seslendiğinde sakın susma. Çingene pembesi düşlerini, soldurma. Boş verin, anlamasınlar sizi, boş verin görmesinler renginizi. Belki olamıyorlardır onlar sizin gibi, gamsız, mutlu davranmayı beceremiyorlardır, yaptığınız gibi. Belki ondandır, sizi dışlamalarının sebebi. Kim bilir belki de kıskanıyorlardır, içten içe sizi…
Ey insanlık! Kulak verin onlara, darbuka sesiyle dünyaya meydana okuyan, klarnetle sabır üfleyen şehrin gönüllü tutsaklarına! Size şunu söylemek istiyorlar galiba;
‘Üj-bej yüzyıl kalmış şuncağızda, epiciğimizin bir sırası var bu dünyada. Abe kediler, köpecikler bile ülecekler valla, insanların yerini robotcuklar alınca !’…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan