FRANSIZ ÖPÜCÜĞÜ
Bu yazıyı uçakta yazıyorum. Aslında bu yazının konusu, ortaokul arkadaşlarımla her sene geleneksel hale getirdiğimiz geziyi, yaşadıklarımızı, paylaştıklarımızı anlatmaktı. Ama onu haftaya anlatmaya karar verdim çünkü tesadüfen tanıştığımız bir kadının anısına bu yazıyı yazmak istedim şimdi…
Colmar Tren İstasyonunda bizi Strasburg’a götürecek trenin gelmesini bekliyorduk. Hava soğuk ve pusluydu. Perondaki bankların birine oturmuş, ellerimi birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyordu. Az sonra 50’li yaşların sonunda olduğunu tahmin ettiğim zenci bir kadın oturdu yanıma. Yeşil bir ceket giymiş başına da hemen hemen aynı renklerde bir bere takmıştı. Ama en çok dikkat çeken özelliği, içi sevinçle gülen gözleriydi; ışıl ışıl parlıyorlardı. Nasıl olduğunu tam olarak hatırlayamadığım şekilde konuşmaya başladık birden. Tren ne zaman gelir, yol ne kadar sürer muhabbetinden sonra neden buraya geldiğimiz, burada olduğumuza geldi konu. Ben tatil için geldiğimi söyledim, sıradan bir şekilde. O ise yüreği için gelmişti, yüreğiniz götürdüğü izleri takip etmişti…
Francesca Dellara; Eğlenceli, sevimli bir İtalyan…59 yaşındayken, 31 yaşında bir kızı ve 3 yaşındaki torununa rağmen gönlünü bir Fransız’a kaptırıyor. Hayatın bana sunduğu emekli ikramiyesi diyor, gönlünü titreten bu aşka. Tanrı beni seçti diyebiliyor aşk için. Ve otuzyedi yıllık evliliğini sonlandırıyor, yüreğinin götürdüğü yere gidebilmek için. Şaşkınlıkla bakakaldım, inanamadım anlattıklarına. Nasıl belirsiz bir serüvendi bu, nasıl bir macera….
“Gençsin sen daha” dedi, bilemezsin. Hayatın sunduklarına karşı gelmemelisin. Fransızlar aşkı iyi bilir güzelim, geri çeviremezsin”
Şaşkındım, İsviçre-Fransa sınırında bir istasyonda aşkı uğruna evini, ülkesini hatta kendini terk eden bir kadınla hayatı sorguluyordum. Francesca, yerinde sırtını yasladı ve başladı anlatmaya;
Bir kadın vardı; Hayata bakışı, hal ve hareketleri bir çiftçi kızına uygun değildi. Hayatı seviyor, dans ve eğlenceden çok hoşlanıyordu. Kurnaz ve işini biliyordu ve ne yaptı etti, sonunda kendisini bu hayattan çekip çıkaracak birini buldu. Daha 17 yaşındayken, Vikont Alexandre Beauharnais’le evlendi ve iki çocukları oldu. Kocasının Fransız İhtilali sırasında başı kesilerek idam edilmesi üzerine, her şeyini kaybetti. Akıllı ve cilveli bu kadının ismi Josephine’di.
Kendi başını giyotinden kurtarmak için, bir yol bulup, kocasının mallarına tekrar sahip oldu. Napolyon ile ortak bir arkadaşlarının evinde tanıştılar. Gücü çok seven Josephine, Napolyon’un gücüne ve hırsına hayran kaldı…
Fransa İmparatoru Napolyon, Josephine ile tanıştığında 27 yaşındaydı. Günlük gönül ilişkileri olmuştu ama savaşmaktan ve belirlediği hedeflere yürümekten, fırsat bulup evlenememişti. Napolyon, Josephine’e ilk görüşte aşık oldu. Onun dul ve çocuklu olmasını, kendisinden beş yaş büyük olmasını bile umursamadı. Çevresindeki hiç kimseyi dinlemek istemiyordu. Josephine’in çekici, karizmatik kişiliği, alımlı yürüyüşü ilk görüşte başını döndürmüştü. Napolyon, Josephine’ye sırılsıklam aşık olmuştu.
Josephine ise Napolyon hakkında duyduğu o inanılmaz savaş hikâyelerine, onun kahramanlıklarına hayran olmuş, gözünü bir dakika bile ondan ayırmamıştı. Bir aşk değil, bir tutku yaşıyordu içinde. Güce olan tutkusunun dizginlerini sıkıca tutması gerekiyordu artık. Josephine ve Napolyon daha sonra tekrar tekrar görüştüler. Her görüşmeleri bir aşk sancısı bırakıyordu Napolyon’un kalbinde, Josephine’den başka kimseyi gözü görmüyordu. Napolyon’un ailesinden bazı kişiler bu büyük aşkı engellemeye çalıştılar ama Napolyon hiç kimseleri dinlemedi…
O, Josephine’in içini aydınlatan sesini, güzel gözlerini görmek istiyordu. Josephine’e yazdığı tutkulu aşk mektupları da işte böyle başladı ve nice ateşli mektupların sonunda Josephine ve Napolyon evlendiler. Josephine’nin hedefi imparatoriçe olmaktı. Fakat hanedandan gelen bir kadın olmadığı için, çok kişi buna karşı çıktı. Napolyon, bunların hiçbirine izin vermedi ve bildiğini yaptı, onu imparatoriçe ilan etti…
Josephine’in hayattan isteyebileceği daha başka ne olabilirdi ki?..
Napolyon, Josephine ile evlendikten sonra, ülkesinin topraklarını genişletmek için ordusuyla savaşlara gitti. Gittiği her yerde, Josephine’in hayalini de yanında taşıyordu. Ona mektuplar yazıyor,ondan da aynı sevgi ve aşk dolu mektupları bekliyordu.
Fakat Josephine, ülkeleri dize getiren Napolyon’u küçümsüyor, ona hayatı zindan ediyordu… O yokken eğlenceler düzenliyor, danslar, içkiler eşliğinde hayatını sürdürüp gidiyordu. Onun Napolyon’dan bu kadar uzak görünmesi Napolyon’u çıldırtıyor, daha çok bağlıyordu. Josephine kaçtıkça, Napolyon kovalıyordu adeta. Ancak hayat bu,r insana her zaman her şeyi vermez. Ya da kadrini bilmeyene, onu el üstünde tutup sevmeyene, gerekli özeni göstermeyene bırakmaz o değeri. Hayat işte bu noktada Josephine’nin karşısına hiçbir zaman başedemeyeceği bir sorunu çıkartıyor; Napolyon tahtı için bir erkek çocuk istiyor çünkü olmazsa olmaz koşullardan biridir bu bir imparator için Onun avucunun içinde de tutsa, süründürse, sevse, yakın dursa uzak kalsa ve hep erkeği istediği şekilde yönetse de Josephine gibi bir kadına hayatın dur dediği bir an gelecekti…
Josephine, Napolyon’a bir türlü bir evlat veremedi. Napolyon ülkesini önde tutmalıydı. Bir erkek evlat istiyordu. 13 yıllık evliliklerinin sonunda bir çocukları olmamıştı daha. Fakat Napolyon, hanedandan biriyle evlenerek, çocuk sahibi olmalıydı. Fransa’nın kalbi olan adam, kan ağlayarak ” Ayrılmak istiyorum ” dedi karısına. Josephine böyle bir şey beklemiyordu. O kadar eline almıştı ki Napolyon’u. Onun kendisini bırakacağı fikrine bile inanmazdı kesinlikle, günlerce kendine gelemedi. Bu, Josephine’nin hayatı boyunca yediği en büyük darbeydi. Napolyon, Avusturyalı arşidüşes Marie-Louis ile evlendi ve tahtını bırakacak bir oğula sahip oldu. Bu olaydan sonra Josephine, Paris yakınlarındaki malikanesine yerleşti ve hayatına orada devam etti ve öldü.
Kalakalmıştım. Tarihin en büyük aşklarından birini, aşkı yaşayan ve bu aşkı örnek alıp, yola düşen bir kadından dinlemiştim. Francesca’yı kınamak istiyordum ama yapamıyordum. Belki Josephine’e öfkelenmeliydim ama o da olmuyordu. Napolyon’a acımaya mı başlamıştım yoksa kızmaya mı ?
Trenin düdüğü uzaktan duyulmaya başlamıştı. Francesca toparlanmaya başladı ve gülümseyerek; “Napolyon şunu düşünemedi; Aşk ve muharebe birbirinden çok farklıdır; Birinde kaçan, birinde kovalayan kazanır”…
Hoşça kal diyerek trene doğru yollandı. En son; “Hayat, bir Fransız öpücüğüdür” dediğini duydum.
Ve ne demek istediğini buldum;
Hayat; bir Fransız öpücüğü gibidir; Derin, tutkulu,ıslak….
Gerisini size bıraksak…
CANSEN ERDOĞAN
twitter : @cansenerdogan
instagram : cansenerdogan
Snap chat : cansencann