DENİZ VE MEHTAP
Sınavlar bitti, yeni normal hayatımıza iyice yerleşti. Bu yıl baharı pencereden izleyerek geçirdik ama yaz, öyle geçmese bari. Dokunsak güneşe, sarılsak yeşile, koşsak maviye.
Bir gerilim filmi gibi hatırlasak geçen şu birkaç ayı, kötü bir kabustu desek. Müzikler çalınsa, kalabalık yemekler yense yine uzun sofralarda. Ilık bir yaz rüzgarı ürpertse yüreğimizi, mehtap vururken denize. Şiirlere banarak söylense tüm sözler, hapsolmuş duygular tahliye edilse…
Hissederken tam da bunları, rastladım işte bu hikayeye. Karşımda dolunay, düşümde deniz, işte karşınızda yaşanmış, gerçek, sıcacık hikayemiz;
Babası, Aydın’da tren istasyonunda işçi olarak çalışırken bir kaza sonucu vefat etti. Evleri, bir yangında kül oldu. Anne, çocuğunu alıp iş bulma ümidiyle İzmir’e yerleşti. Ama iş bulamadı ve yeniden evlenerek çocuğunu yetimhaneye bırakıp gitti.
Yetimhanede büyüyen çocuk, okula giderken arta kalan vakitlerinde kah hırdavatçıda kah elektrikçide çıraklık yaptı. Biraz daha büyüyünce bir hukuk bürosunda ofisboy olarak çalışmaya başladı. Akşamları iş çıkışlarında Milli Kütüphane’ye giderek Fransızca öğrendi kendi kendine. Kazandıklarını biriktirdi, gitar alarak çalmayı öğrendi. Sonra da aldı gitarını eline, sokaklarda şarkılar söyledi. 18 yaşına geldiğinde de ilk profesyonel konserini verdi; Konak vapur iskelesinin üzerindeki gece kulübünde…
Askerliğini Akhisar Orduevi’nde müzisyen olarak görev yaptı. Tezkereden sonra İzmir Kordon’daki Marmara Gazinosu’nda gitar çalıp şarkılar söyleyerek para kazanmaya başladı. Hüznü ve neşeyi aynı anda hissettiren buğulu sesiyle dikkat çekiyordu, izleyenleri ve sevenleri çoğalıyordu. Bir gün Ankara’dan davet aldı. Bomonti Gazinosu’nda çalıp söyleyecekti lakin henüz tanınan bir şarkıcı değildi, az kazanıyordu. Sordu tanıdıklarına; “Nerde kalabilirim? En ucuz yer neresi ?”
“Hergele Meydanı’na git” dediler. Oradaki kötü bir pansiyonda, tek göz, fiyatı uygun bir oda buldu. Fiyatı uygundu çünkü odayı biriyle paylaşmak zorundaydı, kirayı paylaşacaklardı. İmkan iyi gözükse de kim olduğunu bilmediği bir adamla kalacağı için endişeliydi. Aylarca birlikte kaldılar ama bir türlü denk gelip tanışamadılar. Birbirlerini göremiyorlardı çünkü. Kendisi, sabaha kadar Bomonti’de çalıp söylüyor, gün ağarınca pansiyona gidip yatıyordu. Oda arkadaşı ise tam tersi saatlerde kullanıyordu odayı. Adam memurdu, sabahın köründe işe gidiyor, gece gelip yatıyordu. Biri memur, diğeri müzisyen…
Sonunda bir gün denk geldiler, konuştular, sevdiler birbirlerini. Dertleştiler günlerce, kardeş gibiydiler. Memur, bir gün Bomonti’de dinledi şarkıcıyı ve büyülendi. “Yurt dışına gidersen sesinin kıymetini bilirler, imkânın varsa git!” dedi oda arkadaşına…
Şarkıcı, Ankara’dan sonra İstanbul Maksim’de çıkmaya başladı. Ünleniyordu yavaş yavaş. Patron 20 lira maaş veriyordu o zaman, şarkıcı ise maaşının 30 lira olmasını istiyordu. Velhasıl anlaşamadılar. Şarkıcının aklına pansiyondaki memurun sözleri geldi, şansını denemek için Fransa’ya gitti.
Paris’te amatörlerin katıldığı bir ses yarışmasında seslendirdiği Jezabel şarkısıyla seyirciler tarafından tam 6 dakika alkışlanarak bir anda dikkatleri üzerine çekti. Hemen ardından Monte Carlo’daki yarışmada birinci oldu. Şöhretin kapıları açılmıştı artık. Yetimhanede kalırken öğrendiği Fransızcasıyla Fransızlara Fransızca şarkılar söyledi. Tüm dünya, bizim yetimhanede büyüyen şarkıcıyı tanıyordu artık. Onun aklı ise buradaydı, vatanına, milletine, İzmir’e aşıktı.
Atatürk’ e hayrandı…
Fransa’da kaldığı 15 yıl içinde 32 film çevirdi, Brigitte Bardot ile birçok filmde başrol oynadı. Sonra ülkesine, şarkılar yazdığı İzmir’ine döndü. Mambo, kalipso, salsa, tango, göbek havası herşey vardı repertuarında, sahnelerin yıldızıydı. İnce bıyığı, briyantinli saçları, çıkıntılı göbeği, altın saati ve pırlanta yüzüğüyle hafızalara kazındı.
Ben yetişemedim kendisine ama onun şarkılarıyla büyüdüm. Bir yaz günü akşam üstüsü, çocukken otururken bahçede ailemle, burnuma gelen karpuz kokusuyla duyduğum şarkılardır benim için o. Masum alafranga özentiliğimizi, naçizane burjuvazimizi en çok da Yahudilerin, Rumların, Levantenlerin, Ermenilerin ve Türklerin dostluk içinde yaşadıkları zamanları hatırlatan bir zamanların asil İstanbul’u, güzel İzmir’i, cumhuriyetçi Türkiye’sidir kendisi.
“Arkadaşımın aşkısın” diyerek kaçıp yok olduğumuz, “her akşam votka, rakı ve şarap” şarkısıyla sarhoş olduğumuz ve en önemlisi de “deniz ve mehtap, sordular seni, neredesin” ile aşık olduğumuz şarkıların babası Dario Moreno işte bu kişi!
Peki ya pansiyondaki oda arkadaşı, o memur kimdi?
Büyük şair, Orhan Veli !…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan