OSCAR
Büyüdükçe mi daha hızlı akıyor zaman, yaşlandıkça mı daha tutamaz oluyor insan bilemiyorum. Eskiden bir hafta demek, uzun bir zaman dilimiydi benim için. Şimdi ise öyle hızlı geçiyor ki günler, saatler, yetişemiyorum arkasından, yakalayamıyorum yakasından. Siz ne düşünüyorsunuz bilmem ama sanki gündem de bu kadar hızlı değişmezdi önceleri. Daha bir rutindi her şey, daha bir sakindi. Şimdi hızlı bir tüketme sürecindeyiz, her şeye anında ulaşıyor, sahip oluyor, emip yok ediyoruz.
Çemberin dışına şöyle bir çıkıp bakınca daha bir yüzleşiyor insan bu gerçekle, daha bir dank ediyor görünce. Tabi zamanla değişmeyen şeyler de var hayatta, yıllara meydan okuyan, yok olmayan.
Çocukluk ve gençlik dönemlerimizin en önemli olaylarıydı mesela Eurovision ve Oscar ödülleri. Heyecanla oturup televizyonun başına, sonuçları beklerdik. Eurovision eski popülerliği ve keyfini kaybetse de Oscar ödülleri hala revaçta, yıkılmadı ayakta.
Kırmızı halıdan süzülerek içeri giren yüzlerce, televizyonları başında binlerce ve ertesi gün ellerinde gazetelerle milyonlarca kişinin heyecanla izlediği, aylarca beklediği, dünya film endüstrisinin taban fiyatını belirleyen meşhur ödüller ve beraberindeki çarpıcı tören…
Ödül verilecek dallar, adaylar, alkışlar, akabinde yapılan konuşmalarla yıllardır aynı heyecanı yaşatan, bir an olsun herkesin kendini o podyumda, en azından öncesindeki kırmızı halıda hayal ettiği bir dünya olayı…
Bu sene de yine heyecanla izlerken töreni, o rengarenk kıyafetlere, smokinli beylere, hanımların zarafetine ve törenin büyüsüne kaptırmışken kendimi, aklımdan şu soru geçti birden;
Hani bir imkan olsaydı, hayatının Oscar ödüllerini kime verirdin acaba?
Hayat tiyatrosunun devasa salonu… Neon ışıklarla aydınlatılmış upuzun bir sahne, rengarenk tuvaletli, şık smokinli bir dolu insan. Ve ödül alacak dallar açıklanıyor işte;
“Kalbinize en derin dokunan kişi Oscarı’; adaylar gelsinnn…
Ya da; “En keyifsiz olduğunuz anda, aramak istediğiniz, içinizde çiçekler yeşerten kişi Oscarı”…
“Sizi en çok üzen, en güldüren, düşündüren, heyecanlandıran kişi Oscarları”…
Ürperten sessizlik ve ardından alkışlanan sonuçlar, sevinçler, hayal kırıklıkları…
Hayatın kendisinin, çok iyi kurgulanmış dev bir başyapıt olduğu ve bunu sahnede mimiklerimiz ve repliklerimizle canlandırmaya çalıştığımız bu olağanüstü dramada, malum olacağı üzere en zor sahnelenen hayat, trajedi ve komedidir. İronik şekilde birbirinin zıttı olan bu iki türde, hayatın rol verdiği doğal oyuncular, oldukça zorlanırlar. Hayatın zorluklarına, arbedesine karşılık doğru duruş sergilemek ve duruşu örnek olacak şekilde göstermek… Oscarlık performans ise, karşılaşılan trajedide, komedi oyunu sergileyebilmek, alkışlar eşliğinde kendinle dalga geçebilmek…
İnsan, kendi hatalarını, yalnız başkalarının gözüyle görebilir. Anlayabilmek için, binlerce nasihatten ziyade bir musibeti tercih eden bir milletin torunları olarak, sahnedeyken değil de, seyirci koltuğunda daha bir başarılıyızdır nedense. Bu koltukta oturup iki parmağımızı çenemize koyup sahnedekini acımasızca yargılarken, orada yapılan hatanın adı çoktan gaflet olmuştur bile. Öyle ya, çalışsaydı rolünü, alsaydı ödülünü. Bu zihniyet, yıllarca sıfırcı Nezahat’ler, notu kıt Kamil’lerle yetişmiş, zor beğenmiş, çalışmış ama takdir edilmek bir yana hor görülmüş olmaktan ileri gelen genetik kodlanmanın doğal bir sonucu mu acaba ?
Tabi bir de sahneye çıkmış, son derece ciddiyetle, repliklerinizi söylerken perde arkasında sufle yapan, bir yandan kendi hayatlarının başrolünü oynarken bir yandan da size suflörlük yapan gizli kahramanlar da vardır hayatınızın.
Doğru sufleyle Oscarlık oyun sergileten, aksi halde bedbaht eyleyen. Onlar ki film bittiğinde saniyenin onda biri hızla isimleri geçen, jeneriğin silik isimleri, sahnede selam verenlerden olmayıp, selam verenlerin arkasındaki set ekibi. Aslında onlar, oyunu kurgulayanların ta kendileri, en iyi yardımcı oyuncu namzetleri.
“En iyi senaryo ödülünün” sahibi hiç kuşkusuz Yaradan, geçip giden yıllar ise her daim kameraman…
Mevzubahis olan koskocaman bir hayat olunca, verilecek ödüller de bir hayli fazla olabiliyor. “Gözyaşınızı en iyi silebilen ödülü”, kendinizi bildiniz bileli yanınızda olan dostunuza mı, henüz yeni tanıdığınız bir yabancıya mı gidiyor mesela? “En yaralayan vefasız ödülü” için kaç kişi kapışıyor acaba? “En iyi görsel efekt ödülü”, hangi yıllarınızı kapsıyor? “Öğretilmiş çaresizlik ödülünü” kaç kişi paylaşıyor?
Bu törenin, gerçek olandan tek farkı, nereden gelinmiş, ne yapılmış, ne yaşanmış olursa olsun, kırmızı halıda boylu boyunca yürüme şansının, herkes için aynı olmuş olması. Herkesin bir şansı var; en iyi oyuncu dalında olmasa da en azından uyarlanmış senaryo bazında…
Tüm kastı toplayan, sunumu hazırlayan, oyuncuları oynatan yönetmen, dramayı şekillendiren esas kahraman. Bu da oyunu, yazan, yöneten ve de izleyen yönetmen. Herkesin kendi dramasının yönetmeni olduğu gerçeğiyle, en iyi yönetmen ödülü, akademinin en önemli ödülü değil mi aslında.
Oscarlık performans, hayatı doğru yönetmekten geçiyor, hem sahnede hem de hayatın ta kendisinde. Başarı payesi, yönetmenin kelimelerinde, doğru hamlelerinde, rejiyi iyi idare etmesinde. Ondan ismi hem başta hem sonda olmak üzere, iki defa geçiyor jenerikte, diğerlerinin aksine.
‘Olursa olur, olmazsa olmaz, önemli olan katılmaktı’ kanaatindeyseniz, hayat şu an seyrettiğiniz beyaz ekranın gerisinde, pencerenin berisinde, önünüzden geçip gitmekte… Katılmış olmakla yetinin, şikayet etmeyin.
Amaaa; ‘Hayatımın yönetmeniyim, istediğime rol veririm, istediğime yol veririm’ diyenlerdenseniz Oscar Ödülünüz az ileride, kaldırmak için adınızın anons edilmesini bekleyin;
Finally Oscar goes to ‘YOU’ !
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter:@cansenerdogan
instagram: cansenerdogan