Kendi şehrinde turist olmak…
Evet evet kendi şehrinde, hep gezdiğin yerlerde, bildiğini sandığın mahallende.
Önünden bilmem kaç milyon kez geçip hikâyesinden bihaber olduğun binalar, defalarca arşınladığın ama merak edip de sormadığın sokaklar.
Yurtdışında elinde fotoğraf makinesi, sabahtan akşama rehberin arkasından koştuğun, her anıtı, binayı sorduğun, geçmişini, tarihini merak edip sorguladığın ama sıra kendi memleketine gelince şaşırıp çuvalladığın…
Öyle ama biziz bu işte;
Yabancıyı merak ederiz, üşenmeyip araştırır öğrenir, methiyeler düzeriz.
Ama iş ülkemize gelince sallamaz bir de üzerine sayar söveriz.
Hadi dedim, kendi şehrime bir şans vermeliyim.
İlk göz ağrım, avuçlarımda büyüttüğüm şiir, kalbime broş diye taktığım.
Gün diye uyandığım, uyku diye yattığım.
Ayrılamadığım, unutamadığım, sonsuz aşkım; İstanbul…
Taksim-Beyoğlu-Galata turu dediler ilk evvela.
Nasıl yani dedim, hep bildiğim, sık gittiğim yerlerden başlanır mı ya…
Dur dediler, dur ve sus! Sen ne bildiğini sanıyorsun ki oralar hakkında acaba?
The Marmara Oteli’nin lobisinde toplandık tam kırk yedi kişi.
Taksim’den başlayıp Beyoğlu’na oradan da Galata’ya uzanacaktık lakin bu kez tramvayla değil tabanvay olacaktık. Önce şu meşhur Taksim meydanını süsleyen anıtı bu kez bakarak değil görerek değerlendirdik- ki malum bakmakla görmek farklı şeyler. Atatürk’le birlikte iki Rus askeri var anıtta, o binlerce kez önünden geçtiğimiz anıtta. Kurtuluş Savaşında bize yardımı olan iki Rus askerinin bu anıta konularak ebedileşmesini istemiş Atatürk. Bu ara aramız onlarla pek fena olsa da, anıtları dikecek kadar iyiymişiz zamanında. Hay gidi günler diyerek devam ettik yolumuza.
Uzunca bir duvar vardır hani tam çiçeklerin arkasında, anıtın karşısında, işte orası dönemin su taksiminin yapıldığı yermiş eskiden. Belgrad ormanlarından gelen su, bugünkü Kemerburgaz’ın olduğu yerdeki kemerlerden geçirilerek buraya taşınır, bu binadan da şehre su dağıtılırmış. İşte su taksiminin yapıldığı yer olduğu için semtin ismi Taksim olmuş.
Bu arada Bizanslılar İstanbul’a ilk geldiklerinde şimdiki Kadıköy’ün olduğu yerde konuşlanmışlar. Bir zaman sonra suyun öteki tarafında kendi halinde balık tutan insanları fark etmişler ve buraya Yunanca karşı anlamına gelen Pera demişler. İşte Pera, 1955’lere kadar şapkasız çıkılmayan, takım elbiseli beyler, şık bayanların eksik olmadığı, İstanbul’un elit ve entelektüel kesiminin buluştuğu, bugünkü Beyoğlu aslında.
E ne olmuş da o şık muhit, bugünün en karanlık, tehlikeli semtlerinden biri haline gelmiş?
55 yılının 6-7 Eylül olayları sonun başlangıcı olmuş. Çapulcular- ama bizim bildiklerimiz değil, gerçek çapulcular, çoğunlukla ermeni ve gayrimüslimlerin oturduğu evleri, dükkânları, sokakları talan etmiş, yıkıp dökmüşler. Bu saldırıların devamından korkan 250.000’den fazla entelektüel, aydın, sanatçı bir gecede ülkeyi terk etmiş başka memleketlere yerleşmişler. Boşalan yerlere taşradan gelip yerleşmişler, sahipsiz kalan onca bina, işsiz, güçsüz, ayyaş, cahil bir topluluğa ev sahipliği yapmış. İçim acıyarak baktım, harap edilmiş onca tarihi binaya, yerine dikilmiş betonarme yapılara, yanıp sönen saçma sapan tabelalara…
İstiklal Caddesi’nin iki yanını saran konsoloslukların görkemine hayran olmamak elde değil, tarihi dokunun korunduğu yegâne yapılardan onlar. Bu arada dünyada konsoloslukların büyükelçiliklerden daha büyük olduğu tek yer Türkiye’ymiş dünyada, bu bilgiyi de sıkıştırayım araya. Yol boyu dizili gotik-klasik- neo klasik mimariye sahip binaların hikâyelerini dinlerken bir filmin figüranlarından biri gibi hissettim kendimi, öyle umutlu, mutlu. O zamanki şıklığı ve zerafeti düşündükçe merhum Vitali Hakko’nun; “Buraya topuklu kadınlar gelmedikçe, Beyoğlu değişmez” sözü geldi, haklı bence de çakma satanistler, ne idüğü belirsiz serseriler buradan çıkıp yerini şık topuklu bayanlara bırakmalı ya da Beyoğlu için pişmanlık konulu ağıtlar yakmalı…
Bizi yurtdışından gelmiş yabancı bir turist grubu zanneden gelen geçenler, esnaf sıcak bir gülümsemeyle bakıp çat-pat İngilizceleriyle bir şeyler ikram etmeye çalışıyorlardı. Okulda onbir sene İngilizce dersi görüp de hala İngilizce konuşamayan bir ülke olarak yine birinciliği kaptırmıyoruz dünya sıralamasında
Ülkenin ilk eczanesi, o müthiş iç dekorasyonlu, şık ve tarihi Rebul Eczanesinin yerini, şimdilerin popüler bir parfümerisine vermişler, eczaneye de ara sokakta küçük bir yer lütfetmişler. Ey Turkcell, Ey Ziraat Bankası! Ya hiç mi yan binalarınıza bakmıyorsunuz o berbat, estetikten uzak, hapishane görünümlü binalarınızda otururken!
Hadi bu binalara yapım izni verenler neyin kafasında bilmiyorum da sizin vicdanınız nasıl elveriyor bu tarihi doku içinde, ziyan etmeye ahdetmiş bu zavallı yerlerde oturmaya!
Hiç mi umurunuzda değil, hiç mi elinizden bir şey gelmiyor, yazık !!!
Neyse ki 1777’den beri konumunu ve dekorasyonunu muhafaza eden Ali Muhittin Hacı Bekir Şekercisini, Üç Yıldız Şekercisini, Denizler Kitabevi’ni, Agatha Christie’nin; “Şark Ekspresi Cinayeti” ni yazdığı Tokatlıyan Oteli’ni, 1890’dan günümüze ulaşan sekiz odalı Ravuna’ yı gördük de içimize su serpildi azıcık. Bugünü vestiyere bırakıp geçmişe yaptığımız yolculukta belki de beni en çok etkileyen yerlerden biri oldu “Rejans Restaurant”.
Zamanında ülkeye gelen tüm önemli konukların ağırlandığı, enfes yemeklerin sade dekorasyonla öne çıkmasına izin verildiği bu küçük ve elit mekanda, girişte sağ köşedeki masayı görünce gözlerim doldu, üstünde beyaz leblebi, rakı kadehi ile ‘Sonsuza dek rezerve’ yazısını okumak zor oldu. Ulu önder Atatürk’ün çok sık gittiği bu mekânda hep oturduğu masa, aziz hatırasına hürmeten sonsuza dek onun için ayrılmıştı.
Ünlü mimar Mongeri’nin yaptığı St. Antuan Kilisesi, Markiz Pastanesi, bu nostaljik yolcuğun köşebaşları oldu. İKSV binasının altıncı katında Haliç’i ayaklarımızın altına serip sağ kolumu Balat’ a atarak yediğimiz müthiş bir öğlen yemeğinin ardından Galata’ya doğru yollandık. Bu arada bakmayın siz tarih kitaplarında anlatılan, tarihçiler tarafından yazılan;”Dünyanın ilk metrosu 1895’de Türkler tarafından inşa edildi, bugün tünel olarak adlandırılan Şişhane’deki yerdi” yalanına. 1718 basamaklı merdiveni çıkmak zor olunca füniküler yapmak zorunlu olmuş, yoksa tek duraklı metro olur muymuş!?
Galata kulesinden atlayarak İlk kıtalararası yolculuğu gerçekleştiren Hezarfen Ahmet Çelebi’yi anarken kule dibinde, Arnavut kaldırımlı Serdar-ı Ekrem sokağına, dünyanın altıncı en pahalı dairelerinin olduğu meşhur Doğan apartmanına, erguvanlarla kaplı Kırım Kilisesi’ne hayran oldum tüm kalbimle. Kendimi şimdiki zamandan miş’li geçmişlere gönderdiğim bu tarihi yolculukta, ülkemde değil de yabancı bir ülkedeymişçesine bir merak, beğeni ve sevgi hissettiğim topraklarımız daha bir kıymetlendi gözümde…
Şehirlerin şehri İstanbul…
Herkesin kolay kolay anlayamayacağı, tadına varamayacağı, aldıktan sonra da kopamayacağı…
Kaosla besleyen, keşmekeşle büyüten, kendisinden kaçırtıp koşarak geri döndürten, iki yakası bir araya gelmeyen.
Ve bugünkü geziden çıkardıklarım;
Gezmek, görmek, öğrenmek için uzaklara gitmeye değmezmiş,
İstanbul’da yaşamak ile İstanbul’u yaşamak farklı şeylermiş…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan