DOĞUM DEDİĞİN, ASLINDA...
Karanlıktaymışlar... İki embriyo, bir ana rahminde...
Her şeyden habersiz bekleşiyorlarmış, sudan bir beşiğin içinde...
Sarılıp birbirlerine, karanlıkta uyumuşlar öylece...
Haftalar geçmiş, ikizler gelişmiş. Elleri, ayakları belirginleşmiş.
Gözleri çıktıkça meydana,
İkisi de çevrede olup biteni fark etmiş.
Ne rahat, ne güvenli bir dünyaymış bu; Sıcak, ıslak, sevgi dolu...
"Öyle güzel bir dünyada yaşıyoruz ki" demişler, "bize ne mutlu"
Gel zaman git zaman, çevreyi keşfe girişmişler.
Bu karanlık dünyayı ve hayatın kaynağını deşmişler.
Onları besleyip büyüten kordonu fark etmişler, büyüyüp gelişmişler.
Rahme sığmaz olup tekmeleşmişler. Artık parmakları ve kulakları varmış.
Büyüdükçe anlamışlar ki, yolun sonu yakın...
Gün gelecek, bu güzelim hayat bitecek; Karanlık bir yolculuk, onları bir başka diyara çekecek.
"- Hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz" diye fısıldamış ikizlerden biri efkarla...
"- Ben gitmek istemiyorum" diye diretmiş öteki; "doyamadım ki daha hayata..."
Ve günlerden bir gün, yer sarsılmış, duvarlar kasılmış.
Dayanılmaz sancılarla ikizler beklenen günün geldiğini anlamış.
Buruşuk kollarıyla birbirlerine son kez sarılıp vedalaşmışlar.
Ve "ömrümüz bitti" diye çığlık çığlığa ağlaşmışlar.
‘Ölüyoruz’ diye haykırmışlar.
Azrail sandıkları bir el kesmiş onları hayata bağlayan kordonu.
Ağlaya ağlaya karanlık bir koridordan öbür hayata çıkmışlar.
Doğum; Hayatın en büyük mucizesi…
En inanmayanın, en koyu ateistin bile şahit olduğunda tövbe edeceği yaşam iksiri.
Bir bedende iki kalbin aynı anda atmasının, bir bedende yeni bir bedenin varolmasının izahı nasıl yapılabilir ki…
Bilimsel verilere göre, normalde insan vücudu en fazla 45 del (birim) acıya dayanabiliyormuş.
Oysa doğum anında kadınlar 57 del’e (birime) kadar acı çekiyorlarmış ki bunun şiddet baremi, vücutta aynı anda 20 kemiğin kırılması anındaki acı ile eşdeğermiş.
Dünyaya yalnız gelip yalnız göçen, ‘önce can, sonra canan’ düsturunu benimseyen, özünden kaynaklanan bencil yaradılışı ile insanoğlunun hayatta kendinden önce düşüneceği ilk kişiyle tanışma vaktidir doğum aslında, gerekirse canını ortaya koymak pahasına…
Malum olduğu üzere, hayat cinsel yollarla bulaşan bir hastalıktır ve ölümcüllük oranı yüzde yüzdür. Yani bu hastalıktan sağ çıkılmayacağı kesindir.
O halde ölüm kaçınılmazsa durumdan vaziyet çıkarmak, yaşamaktan keyif almak en güzelidir.
Hayat problemi, yıllarca cebelleşip durduğumuz havuz probleminden daha ciddi bir problemdir ve onun öyle kalıplaşmış bir formülü, çözümü de yoktur.
Yaşayarak, acıyarak ve hatta kanayarak öğrenilir çözümü.
İnsanın hayatındaki ilk sınavıdır doğum; Bulunduğu sıcak ve huzurlu anne karnından ıkına sıkına, kanırta kanırta, badireli bir yolculuğun ardından zorla dünyaya gelerek verir ilk sınavını. Ağlayışı ile çevresindekileri güldürdüğü yegane andır, doğum anı.
Daha ne olduğunu anlamadan popoya atılan bir şaplak ile alınan ilk nefeste genzi yakan oksijen sayesinde acı ile ilk tanışma zamanı…
Ve süre başlar; Kum saatinden aşağıya düşen kum tanecikleri gibi akar zaman, ta ki o son taneciğe kadar. Çünkü doğum, ölüme yaklaşılan zamanın başlama düdüğüdür.
Yirmili yaşlara kadar işlemez sanılır zaman, en gamsız aynı zamanda en prangalı zaman. Çocuksundur, ergensindir, gençsindir.
Öğrenecek şeyin, bunun için de bol vaktin cebindedir.
En heyecanlı, dalgalı dönem yirmi ile otuzlu yaşlar arasıdır; Okul bitirilecek, işe girilecek, evlenilecektir.
Bir de bol gezilip çok öğrenilecektir.
Deli kandır o, hızlı akıp gidecektir.
Otuzlu yaşlar, sakin başlar; Yuva kurulmuş, işler rayına oturtulmuştur.
O ara çocuk da doğrulmuş, bu kez de hayat ona angaje olmuştur.
Kan damarda sakin akmaya başlamışken bu kez de kırk yaş alarmları çalmaya başlar bedende.
Bir panik dalgası yayılır bünyeye ve artık her şey mübah olur cesur olduğun ölçüde; Yapmak isteyip de yapamadıkların için fırsat yaratır, gitmek istediğin diyarlara yol alır, ‘o ne der, bu ne der ?’ kaygısını bir kenara bırakır, anı yaşarsın.
En azından yaşamak için uğraşırsın.
Ellilerde huzur alır heyecanların yerini, tutkulu aşkların yerini de sevgi.
Bilmem farkında mısınız, ölümden sonraki yokluk düşündürür bizi, düşünmeyiz doğumumuzdan önceki yokluğu.
Evrende her uyanış bir ölüme gebedir ama her ölüm bir uyanışa sesleniştir.
Bir uyanış ise bir son ile mümkündür ancak.
Tıpkı upuzun bir geceden sonra uyanılan mavi sabahlar gibi.
Sarı hatta kahverengi yaprakların, hüzünlü bir veda ile bembeyaz bir örtüyü üzerlerine çekmesi ve kendilerine göz kırpan güneşin küçük bir tebessümüyle o beyaz örtüyü fırlatarak kendilerini yeşilin kucağına atmaları, yeşille sarınıp çiçekle kuşanmaları gibi…
Her son bir başlangıç, her veda bir kavuşmadır aslında.
Nedensiz bir çocuk ağlaması bile bir sonraki gülüşün başlangıcıdır.
Bütün kutsal kitapların sonunda, bütün gecelerin ardında, bütün acıların arkasında rüzgarı sizden esen, soluğu sizden üflenen yeni bir umut vardır.
Ölüm bir son değil ama doğum bir başlangıçtır. Hiçbir şey ölmez, her şey yaşar.
Doğum başka bir alemde yaşanmış hayatın, yeryüzünde biten uzun yolculuğudur.
Ve her gece bir sabahla, her dert bir duayla, her keder bir kurtuluşla son bulur.
Cansen ERDOĞAN