Sıcak bir yaz sabahı… Gözlerimin üzerine tembel tembel kıvrılmış kirpiklerim, uykunun koynunda uyurken rehavetle, saatin çalmasıyla geldiler kendine. Uyanmamak için direnseler de, perdenin kenarından süzülen güneşin, ‘hadi artık, uçağı kaçıracaksın’ demesiyle, inadı bırakıp başladılar dört gözle giyinmeye…
Ve nihayet uçaktayım işte… Şehir, aşağıda küçücük, ben ise bulutların üzerinde kocaman kalmışken, ruhum benden müsaade isteyip ayrıldı bedenimden. Uçak bulutların üzerinde uçarken, pencereden izlediğim ruhum da bulutların üzerindeydi gerçekten. İçimi kaplayan sonsuz bir boşluk hissiyle doluyken nerden geldiyse, aklıma Can Yücel’in ‘Bağlanmayacaksın’ şiiri geldi birden;
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne…
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
Şiddetli bir ‘hayır’ sesi yükseldi en derinlerimden. Sevsem de, bu kez ayrı düşmüştük Can Yücel’le… Bağlanmamak mümkün müydü, yüreğiyle yaşayan, kalbini ortaya koyan ve bundan da pişman olmayan insan, hayatı tüm rengiyle ruhuna zerk eden beşer için.
Kocaman bir hayır daha işte… İnsanı insan kılan en önemli bağlanmak bence; ailesine, işine, sevdiğine… Sahiplenmek ve ait olmak yerleştirilmiştir insanoğlunun içine, daha doğmadan önce. Severken sahiplenmek, sevilirken sahiplenilmek doğası gereği işte, insanoğlu bunu istese de istemese de… Yoksa Can Yücel bile, ‘Her şey sende gizli’ şiirinde;
‘Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün.
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.’
Diyerek çelişir miydi kendisiyle.
Nice şiirleri yazabilir miydi, bağlanmasaydı bir şeylere.
Ferhat, dağları delecek kudreti nereden bulurdu, kavuşmak için Şirin’ ine, ‘Güzel bir göz atar mıydı o derin sevdaya’ Osman Nihat, Mualla’yı bu kadar sevmeseydi de. Ya da bağlanmasaydı, kalbi pırpır atar mıydı Mualla’nın, yıllar geçse bile onu görünce yine…
Bu düşünceler eşliğinde, Marmaris yolunda buldum kendimi birdenbire… Yol devam ederken Sakar tepesinde Gökova’nın tam kalbine doğru inerken bir yol saptı sağa doğru, Akyaka levhasıyla birlikte. Ve sırtını güvenle dayadığı Sakar dağlarının eteklerinde Gökova ovasıyla kucaklaşıp Gökova Körfeziyle buluşan Akyaka, huzurlu bir sığınak olarak kabul etti bizi beldesine… Dantel gibi ince ince işlenmiş ahşap oymalı evleri, içinde yetişen bin bir renkli bitkisi, buz gibi suyunun verdiği serinlik ile büyüleyici Azmak deresi, deniz ile ormanın, mavi ile yeşilin büyülü bir ayin ile birleşip tek oldukları bu masal beldesinde Huzur almaya Kalamış’a giden kalbimiz bile ihanet etti, vefasız bir sevgiliymişcesine… Çünkü huzur, tam da, Akyaka’nın bağrında, Azmak başında yenen balığın tadında, Gökova’nın denizden yükselen buğusunda saklıymış.
Azmak deresinin kenarında sohbet ederken, uçakta aklımdan geçenler, yine başıma üşüştüler. Bağlanmamak mümkün müydü şu doğa harikasını seyredip huzurla sarmalanırken. Bu düşüncemi paylaştığımda, masada bir ses yükseldi inceden: ‘Can Yücel’in evi yakın buraya, Datça’da, git de öğren, niye böyle düşünmüş olabilir diye’…
Ve iki saatlik bir yolculuktan sonra, işte Datça…
Datça, eski ve yeni Datça olarak ikiye ayrılıyor. Yenisi, günümüz mimarisine uygun, modern ve binalarla modifiye edilmiş bir kasaba iken, Eski Datça, adeta Grisham Kardeşlerin masal kitaplarında geçen küçük ve sevimli bir köy. Can Yücelin ciddi bir hastalıkla gelip yerleşerek, ömrünün son dokuz yılını geçirdiği, ‘en güzel zamanlarımdı’ dediği, oturduğu sokağa adının verildiği ve artık adının orayla bütünleştiği minicik bir masal köyü. Pembe begonvillerin buluttan taç yaptıkları Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda gezinirken, yerel kadınların yaptığı elişi süslerini, renkli yemenileri seyrederken, Can Yücel’i, en yakın arkadaşı, sırdaşı, köy muhtarı Orhan Karadağlı’dan köpüklü bir Türk kahvesi eşliğinde dinlerken anladım ne demek istediğini be Can baba;
‘Büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
Yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer..
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
Son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer…
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
Her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer’ derken…
Uzun uzun anlattı bize Can babayı, Orhan Karadağlı…
O anlattı, biz dinledik:
‘Bağlanmayacaksın bir şeye’ diye şiir yazan bu yufka yürekli kocaman adamı, ilk görüşte güven duyup dost saydığı mert yürekli sırdaşından… Begonvillerle süslü bahçesinde en huzurlu kitaplarını kalemle yazarken, ‘haydi şerefe’ diye dibi görülmeyen kadehlerle,en sevdiği köşede zeybek oynarken canlandı gözümüzde bu çatık kaşlı, gür sakallı, yüreğiyle yaşayan, gerisini de umursamayan bu ihtiyar delikanlı, ölümsüz sanatçı. Ciddi bir hastalığı olmasına üzülenleri; ‘Ne üzülüyorsunuz be, benim gibi koca bir adam, gripten ölecek değil ya, tabi kanserden ölecek’ diye teselli eden, kendiyle dalga geçebilen, hastalığı yüzünden yasaklamış birayı, çok istediği için suyla karıştırılmış olarak getiren arkadaşını; ‘Buna bol su karıştırmışsın, anlamadım sanma, ama senin elinden ne olursa içerim’ diyerek onore eden sevilmeyi fazlasıyla hak eden ve çok da sevilen Can Yücel…
Aynı günün akşamında, herkes sessiz ve düşünceli, ben ise mutlu ve keyifliydim. ‘Bağlanmayacaksın bir şeye’ diyen bu koca adamın eşine, çocuklarına, şiire, kitaplara hele de Datça’ya nasıl bağlandığını görmüştüm işte. Çok bağlıydı sevdiklerine, sevdiği her şeye. Korkusu da bundandı işte; Çok bağlanıp da kaybetmekten, alışıp da gidememekten. Yüreğin dayanırsa bağlan da, dayanacak kadar güçlü değilse, vazgeç bu sevdadan. Bağlanmadan, ucundan tutup ilişik durarak hayattan…
Sağol Can baba, yıllar önce bugün tanıştık yeniden…
Çok şey öğrendim senden…
Yüreği ortaya koymaktan asla caymayacaksın.
Yaşayacaksan eğer, bağlanarak yaşayacaksın.
Çünkü Can Yücel derki;
‘Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın’…
CANSEN ERDOĞAN