Yunus Suresi. Ayet 100
Ulu Tanrı (CC) peygamberler vasıtası ile göndermiş olduğu kitaplarda insanlara aklını kullanmalarını ısrarla öğütlemektedir.
“Ben akıldan daha kıymetli bir şey yaratmadım.” diyerek aklın önemini vurgulamakta, insanları iyiye teşvik etmekte, kötülükten uzaklaşmaları konusunda onları uyarmaktadır. Geçmişte yaşananları anlatarak bunlardan ders çıkarmalarını ve yeni yanlışlar yapmamalarını tavsiye etmektedir. Geçmişi doğru bilmek, geleceğin doğru şekillenmesi açısından son derece önemlidir. Bu nedenle tarih ilminin ve gerçek tarihi bilgileri öğrenmenin ayrı bir değeri vardır. Tarih ilmi pozitif bir ilimdir. Çünkü belgeye dayanır. Tarih yalan söylemez, söyleyemez. Ancak tarih ilmi gerçekleri, özgür ortamlarda söyleyebilir. Bilimsel özgürlüğe sahip olmayan ülkelerde her şey egemen çevrelerin beğendiği şekilde yazılır, çizilir. Bizdeki tarih anlayışı da böyle şekillenmiş ve devleti her koşulda koruyan, onu haklı gösteren bir yaklaşım sergilenmiştir.
Milletin hâli pür melali nasıldır?
Bu konu pek sorgulanmamıştır.
Tarihi olayların faili olan devletlerin tek görevi vardır.
Toplumunu güvenli bir şekilde mutlu yaşatmak.
Bu gerçek Osmanlı Devletinin Kuruluş Felsefesi olarak Osman Gazi’nin kayın pederi Şeyh Edebali tarafından veciz bir şekilde ifade edilmiştir. “OĞUL! İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN.” Günümüz Türkiye’sinde Osmanlı’ya sevdalı olanlar daha doğrusu vatandaşı olduğu halde Türkiye Cumhuriyeti’ni bir türlü içlerine sindiremeyenler, tarihi gerecekleri hiçe sayan bir ULU'LUK KAVRAMI peşinde koşmakta ve Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e Ulu Hakan payesini vermekte ısrar etmektedirler.
Size yakın geçmişimizden bir zaman diliminin hikayesini ve yapılan yanlışlıkları tarafsız kalmaya çalışarak anlatmak istiyorum.
1-Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilerek öldürülmesi ve V.Murat’ın tahta çıkarılması: Sultan II. Mahmut’un iki oğlu vardı. Sultan I.Abdülmecit 1861 yılında ölünce yerine kardeşi Abdülaziz padişah oldu. Yağlı güreş pehlivanlığı yapan ve güçlü, kuvvetli bir fiziğe sahip olan Abdülaziz, dış borç alarak 80 parçadan oluşan bir donanma kurdu. Ama saraylar yaptırarak Osmanlı’yı borca sürükledi. Onun zamanında Balkanlarda Bosna- Hersek ve Karadağ’da isyanlar çıktı. Bulgaristan karıştı. Yönetimi beğenmeyen askerler sultanı tahttan indirdiler. Sultan birkaç gün sonra odasında ölü bulundu.
Sultan Abdülaziz’in öldürüldüğü iddia edildi.
Bu olayın sorumlusu sayılan Serasker Hüseyin Avni Paşa, olaydan 11 gün sonra Çerkez Hasan tarafından öldürüldü. Sultan Abdülaziz’den boşalan tahta Abdülmecit’in 4 oğlundan büyüğü olan Murat getirildi.
Sultan V.Murat, ruhen hasta idi. 3 ay sonra tahttan indirildi. Yerine kardeşi Abdülhamit, kendisinden meşrutiyeti ilan etmesi sözü alınarak tahta çıkarıldı. Hiç ummadığı bir zamanda 31 Ağustos 1876 tarihinde 34 yaşında padişah olan Sultan II. Abdülhamit, yaşadığı endişeli saray hayatı sonucu; içine kapanık, korkak, kurnaz, sinsi yani içten pazarlıklı bir kişiliğe sahipti. Kendisinden başka kimseye güvenmez ve Cuma namazları hariç oturduğu Yıldız Sarayından dışarı çıkmazdı. Bir kısım çevrelerin nedenini pek anlayamadığım tarzda hayran olduğu ve kendisine Ulu Hakan unvanı verdiği bu padişahın 33 yıl süren iktidarı döneminde; Kuran hükümlerine aykırı yaşanan bu geçmişte, Osmanlı Devleti gittikçe küçüldü, eridi ve tamamen bir sömürge haline geldi.
Şimdi bu dönemi ve özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus savaşını ve sonuçlarını, Ermeni Meselesinin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl geliştiğini aşağıdaki yazılı kaynaklara dayanarak inceleyelim:
*Sultan ABDÜLHAMİT - Siyasi Hatıratım -1974
*Mustafa MÜFTÜOĞLU -Yalan Söyleyen Tarih Utansın -1975
*Stanford J. SHAW - Ezel Kural SHAW - Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye - 1976
*Şevket Süreyya AYDEMİR - Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa 1979
*Dr. Ramazan BALCI - Yolun sonu- SARIKAMIŞ - 2006
*François GEORGEON - Sultan Abdülhamit - 2006
*Prof. Dr.İlber ORTAYLI - Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu - 1998
2- Sultan II. Abdülhamit dönemi (1876-1909)
2.1 II. Abdülhamit’in tahta çıkışı.
Kendisini iş başına getirenlerden biri Sadrazam Mithat PAŞA idi. Bir anayasa hazırlanmış ve kendisinden bu anayasayı kabul ederek Meşrutiyeti ilan etmesi istenmişti.
I.Meşrutiyet 23 Aralık 1876 da ilan edildi.
Kanun-i Esasi yani Anayasa, 113 maddeden oluşmaktaydı.
5. maddeye göre, padişahın şahsı kutsaldı ve sorumsuzdu. Kutsal kelimesi İslam’a aykırı idi. Kendisinin koydurttuğu 113. maddede ise padişahın istediği kimseleri sınır dışı etme hakkı bulunmaktaydı. Padişah ilk fırsatta Sadrazam Mithat Paşayı 5 Şubat 1877 de azletti ve onu tevkif ettirdi. Osmanlı Mebusan Meclisi, bu olaydan 43 gün sonra 19 Mart 1877 de açıldı. Bu sırada Hıristiyan Hersek- Karadağ ve Sırpların isyanlarını görüşmek üzere batılı ülkelerin katıldığı İstanbul Konferansı toplantı halinde idi. Avusturya’nın isteklerini Ruslar desteklediler ve bu azınlıklara özerklik verilmesini istediler. Osmanlı Devleti, bu istekleri kabul etmedi ve isyanları bastırmaya çalıştı. Bunun üzerine esasen savaş açmak için bahane arayan Ruslar, Mebusan Meclisi açıldıktan 1 ay sonra 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan ettiler. İngiltere’nin desteğini sağlayamayan Osmanlı, Ruslar ve ona destek veren Balkan halklarına karşı tek başına savaşmak zorunda kaldı.
O tarihte Osmanlı karada ve denizde güçlüydü. Karada doğu ve batı cephesinde toplam 500 bin askeri vardı. Denizde ise Rusların 18 parçalık küçük donanmasına karşı Sultan Abdülaziz zamanında satın alınan 80 parçalık kuvvetli bir donanmaya sahipti. Osmanlı bu gücüne güvenmekteydi. Gel gör ki başta padişah olmak üzere orduların ve donanmanın kötü yönetimi Osmanlı Devletinin o güne kadar yaşamadığı ağır bir yenilgi ile sonuçlandı. Bu savaşla Osmanlı Devletinin bel kemiği kırıldı ve devlet felç oldu.
Bu savaş üzerinde biraz durmak istiyorum.
Dr. Ramazan BALCI tarafından yazılan Yolun sonu SARIKAMIŞ adlı kitabın 43-116 sayfalarında ayrıntılı anlatılan bu savaşın hikayesini herkesin okumasını isterim.
Çünkü; bu savaşta yöneticilerin ve askerlerin yaptıkları hatalar, yanlışlıklar, tutarsızlıklar bugüne kadar hep gizlenmeye çalışıldı. Ama yöneticilerin hatalarının faturasını halk acı bir şekilde ödedi. Doğruları öğrenirsek tarihi olaylardan ders çıkarabiliriz. Bu maksatla, kitaptaki bilgilerden çıkarılan özeti aşağıda kronolojik olarak sunuyorum.
2.2 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı öncesi ve sonrası *Padişahın ilk işi, düşman saydığı kişilerden kurtulmak ve Meşrutiyetin ilanı ile kaybettiği yetkilerini yeniden kazanmak oldu. İlk olarak anayasanın kendisine tanıdığı yetkilere dayanarak Sadrazam Mithat Paşayı azletti. Sonra amcası Abdülaziz’in ölümünden sorumlu tutarak onu yargılattı ve mahkûm etti. Taif zindanlarına sürdürdü. Daha sonra onun bu zindanlarda boğularak öldürülmesini sağladı. Böylece ilk düşmanından kurtulmuş ve yakınlarındaki erkana da göz dağı vermiş, sıra yetkilerini paylaşmak istemediği Meclis-i Mebusan’dan kurtulmaya gelmişti.
Tahta çıkışından sonra Rusların Hersek, Karadağ ve Bulgaristan’da çıkarttığı karışıklıkları ve önlenemezse savaşa sebep olacak siyasi ortamı yatıştıramadı. Çünkü, yakın çevresini yeteneksiz alaylı paşalardan ve biat kültürüne sahip yeteneksiz kişilerden oluşmaktaydı.
Meclisten Ruslarla yapılan savaşın kötü yönetildiğine yönelik seslerin gelmesini fırsat bildi ve Meclisi Mebusan’ı da 13 Şubat 1878 de süresiz olarak kapattı. Meclisi yeniden toplamayarak Anayasayı çiğnedi.
Oysa bu meclis milletin seçtiği vekillerden oluşmaktaydı ve onun yararlanacağı en büyük siyasi gücü temsil etmekteydi.
Cenab-ı Hak Kuran’ı Kerimde Müslümanlara; işlerinde birbirlerine danışmalarını, meşveret etmelerini ve kendilerine Peygamberi örnek almalarını sürekli öğütlemektedir. Kuran’da konunun önemini anlatan Şura isimli bir sure de yer almakta.
İslam’ın bu kadar açık emrine rağmen; her fırsatta kendisinin yeryüzündeki Müslümanların Halifesi olduğunu söyleyen padişah Abdülhamit, İslam’ın bu emrine hangi gerekçe ile karşı gelerek kendisine şura görevini yapacak Meclisi Mebusan’ı kapattı?
Oysa Kuran’da; iktidar hırsının ne kadar yanlış olduğu kıssalarla anlatılmakta ve bu konuda Firavun örnek gösterilmektedir. Osmanlı halkı yeni bir iktidar hırsı ile karşı karşıyaydı. Bundan hayır yerine şer çıkacağını yaşadıkça acı çekerek öğrenecekti.
Şimdi tarihte Hicri 1293 yılında olduğu için kitaplara 93 harbi olarak geçen ve batıda Plevne müdafaası, doğuda Aziziye kahramanlıkları ile ünlenen ama gerçekte Osmanlı Devletini felç eden 1877-78 Osmanlı- Rus savaşını detaylı bir şekilde inceleyelim.
Yapılan idari ve askeri yanlışlıkları ortaya koyalım.
Bu savaş; Osmanlı Devleti için sonun başlangıcı idi.
•Padişahın yönetim tarzı: Kişiliğinden gelen başkalarına güvensizlik duygusu, yönetiminin temel ilkesi olmuştu. İşleri kurnazlıkla, siyaset diyerek, birini diğerine kırdırmak gibi bir yaklaşımla ele almayı prensip edinmiş, kalıcı, güçlü ve ileriye dönük bir toplum oluşturma gibi bir gayretin içine girmemişti. Açtığı okullarda yetişen öğrencilerin genelde kendi yönetimine karşı tavır almış olması, bunda en büyük etmendi. İktidarda kaldığı bu kadar uzun sürede devletin geleceğinden endişe duyanları tasfiye edeceğine onlarla iş birliği yoluna gitmiş olsaydı, İslam’ın emrettiği gibi davranıp, birlik ve beraberlik yolunda adımlar atmış olsaydı şüphesiz gelecek daha güzel olabilirdi.
Bütün açmazlarına rağmen Osmanlı Devleti’nin özellikle stratejik konumundan gelen belli bir gücü vardı.
Devlet iyi yönetilebilseydi, bu savaş daha başlangıçta önlenebilirdi. Veya önlenemeyen savaşı saraydan yönetmekte ısrar edip orduları ve donanmayı kendi komutasına almasaydı, cepheler bu kadar kısa sürede bu kadar feci bozguna uğramazdı. Gerçek güç yönetimin başındaki kişinin azim, kararlılık, sebat ve irade gücüdür. O güç ise o tarihte; Osmanlı yönetimini elinde bulunduran kişide bulunmamaktaydı. Padişahta örneğin dedesi Fatih Sultam Mehmet’in karakterinden zerre kadar dahi olsa eser yoktu.
• Askerlerin yaptıkları yanlışlar: Savaş öncesinde Osmanlı hem karada hem de denizlerde çok güçlü idi.
Donanma: Devletin yayınladığı 1877 salnamesine göre Sultan Abdülaziz zamanında dışarıdan satın alınan gemilerden oluşan ve başta 17 adet zırhlı, 9 adet korvet olmak üzere 80 parçalık bir donanma vardı. Bu donanma ile Odessa ve Sivastopol limanları ablukaya alınarak 18 parçadan oluşan ve tamamı torpidobottan oluşan Rus donanması etkisiz hale getirilebilirdi. Bu yapılmadığı gibi stratejik önemi olan Tuna Nehrine Rus savaş gemilerinin girişi dahi önlenememiştir. Donanmada otorite boşluğu vardı. Subaylar birbirine güvenmemekteydiler. Bu durum deniz savaşlarında bariz olarak ortaya çıkmıştı.
Tuna Nehri donanmasının komutanı ise her nedense İngiliz Hubar Paşaydı. Bu kişi, daha savaş ilan edilmeden önce Ukrayna’dan gelerek Tuna Nehrine bağlanan Siret nehri üzerinde bulunan 246m uzunluğundaki Barboş köprüsünü, verilen talimata rağmen bombalayarak yıkmadı. Bu köprü ortadan kaldırılmış olsaydı, Romanya’da konuşlanan Rus birliklerinin Tuna Nehrine ulaşması birkaç ay gecikecek, bu zaman ise Osmanlı Ordularının daha güçlenmesini ve mevzilenmesini sağlayacaktı.
Kara orduları: Ordunun büyük bölümü, Balkan Dağları ile Tuna nehri arasında kalan bölgede mevzilenmişti. Doğuda Kale-i Erbaa bölgesinde Serasker Abdülkerim Paşa komutasında 100 bin asker 230 top, batıda Vidin’de Osman Paşa komutasında 60 bin asker 100 top ve ihtiyat kuvveti olarak Niş, Sofya ve Balkan geçitlerinde 25 bin asker ve 30 top konuşlanmıştı.
Subayların pek çoğu cahil ve yetersizdi. Bu askerlerin silahları Ruslardan üstün, levazım hizmetleri açısından zayıftı. Yanlarında 12 bin süvari askeri mevcuttu ama bunlar çok disiplinsizdiler. Bu kuvvetler iyi yönetilselerdi 340 bin kişilik Rus kuvvetlerini durdurabilirlerdi.
Stratejik noktalar: En önemli stratejik hat Tuna nehri idi. Bu nehir donanma desteği ile ve kıyı tahkimatları ile geçilemez hale getirilebilir ve Rus Orduları Tuna Nehrinde rahatlıkla durdurulabilirdi. Donanma, Tuna Nehri içinde başarılı olamadı. Nisan ayının sonlarında yapılan karşılıklı topçu ateşi sonunda Lütf-ü Celil zırhlısı batırıldı. 24 Mayıs günü yapılan Matin hücumunda ise Seyfi zırhlısı torpillenerek batırıldı. Yakınlarda bulunan diğer iki Osmanlı zırhlısı kurtarma yardımına dahi gelmediler. 10 Haziran Sünne savaşında ağır yara alan Osmanlı zırhlısı ise İstanbul’a çekildi.
Niğbolu direnişi hariç kıyı güvenliği sağlanamadı ve Ruslar savaş ilanından 2 ay gibi kısa bir süre sonra 25 Haziran 1877 de Tuna’yı Ziştovi yakınlarındaki Ziminiçe bölgesinden geçmeyi başardılar. Geçiş, kayıklarla yapıldı ve 12 saat sürdü. Bu bölgede bulunan iki Osmanlı zırhlısı ise, torpillenme korkusu ile olsa gerek bu geçişe müdahale etmediler.
Bu bölgede Çarın kardeşi Grandük Nikola’nın komutasında 130 bin Rus askeri bulunmaktaydı. 30 bin kişilik Romen ordusu da Rusların yanında yer almıştı.
İkinci stratejik hat: Tuna nehrine yaklaşık 150 km. uzaklıkta paralel uzanan Balkan Dağları ve Şipka geçidi idi. Tuna nehrine yaklaşık 50 km uzaklıktaki Plevne bu hattın üzerine bulunmaktaydı. Ziştovi-Şipka arasındaki bu bölge, doğu ve batıdaki iki ordunun en zayıf bölgesiydi. İşte Ruslar buradan hücum ettiler. Rus GeneraI Gurko 15 bin kişilik süvari ordusu ile Şipka geçidini 10 gün içinde ele geçirdi. Ancak Kızanlık bölgesinde 5 Temmuz’da durduruldu. Durum çok vahim bir hal almıştı. Rus ordularının harekâtını önlemek için tedbir alınmalıydı.
İlk olarak Vidin’deki Osman Paşa, Başkomutanın emriyle 15bin kişilik ordusuyla birlikte 5 Temmuz’da Plevne’ye yerleşti ve 8 Temmuzda 1.Rus saldırısını püskürttü. Niğbolu müstahkem mevkiinin Rusların eline geçmesi sonucu Plevne’ye gelen Osmanlı askeri birlikleri ile güçlenen Osman Paşa, 18 Temmuzda Rus saldırısını ikinci defa püskürttü.
İkinci olarak Karadağ’daki Süleyman Paşa 15 bin kişilik bir kuvveti denizden 10 gün içinde Kızanlık bölgesine nakletti ve buradaki Osmanlı birlikleri ile birleşerek Şipka geçidini geri almaya çalıştı. Geniş bir alanda yapılan kuşatma sonuç vermedi. Çok zayiat verildi. Şipka geçidi geri alınamadı ama Rus General Gurko’nun ilerleyişi 26 Temmuzda durduruldu. Mehmet Ali Paşa 9 Temmuz da Başkomutanlığa getirilmiş, Süleyman Paşa ise Şipka’ya çakılıp kalmıştı. Doğudaki ordu 19 Temmuz da Eski Zağra savaşını kazandı ve Rusların geri çekilmesini sağladı.
Bu ordu dağınık şekilde bulunan Rus kuvvetlerini yok edebilir ve Plevne ile birleşebilirdi. Ama bunu yapamadılar. Temmuz sonunda Balkan dağlarının kuzeyindeki bölgede inisiyatif Osmanlıya geçmişti.
Ağustos başlarında savaş üç noktada düğümlenmişti. Plevne’de, Şipka geçidinin güneyinde ve Balkan Dağlarının doğusundaki Kale-i Erbaa bölgesinde.
Bu son bölgede Serasker M.Ali Paşa Süleyman Paşayı beklemekte, kuvvetlerini toparlamakta idi. Ancak Süleyman Paşa, seraskerin emrine girmeyi reddetti.
Şipka’yı terk etmedi. M.Ali Paşa, Ağustos ortalarında Rusların sol cephesini bir kere daha yendi ve onların Lom nehrine kadar çekilmesini sağladı. Ama Plevne ile irtibat kuramadı. Emri altındaki diğer kuvvetlerden yardım alamadığından 9 Eylül de yenildi. 21 Eylül de görevinden azledildi. Yerine Süleyman Paşa getirildi.
Süleyman Paşa ve Sipka geçidini güneyden ele geçirmek uğraşına devam etti. Ama 15 Ağustosa kadar verdiği büyük zayiata rağmen başarı elde edemedi. İhtiyat kuvvetlerini bekledi. Bunlarla 10 Eylül de yeniden hücum etti ise de mağlup oldu ve güneye Tunca vadisine çekildi. Şipka’daki bu muharebelerde 32 bin asker şehit düştü.
Başkomutan Süleyman Paşa Şipka’dan ayrılarak, Kale-i Erbaa Bölgesine geldi. Burada iki ay kadar hazırlıklar yaptı. 22 Kasım da Tırnova iline bağlı Elena’daki Rus kolordusunu yok etti. Böylece Rus kuvvetlerinin arasındaki irtibatı kesti. Plevne yolu açılmıştı. Ama Plevne’ye değil Rusçuk’a yöneldi.
Osmanlı Sultanı, savaşı saraydan yönetmeye devam ederken Rus Çarı 2. Alexander, Rus karargah merkezinin bulunduğu Ziştovi’ye gelmişti.
Süleyman Paşa, Rus komuta merkezinin bulunduğu Ziştovi’yi almak ve kesin darbeyi vurmak istiyordu.
Başarabilecek miydi? Oysa bu tarihte Plevne çok zor durumda idi. Plevne’ye 5 Temmuz da gelen ve iki Rus saldırısını püskürten Osman Paşa; güneyde Sofya ve doğuda Lavaç bölgesinden yardım alabiliyordu.
18 Temmuz zaferinden sonra padişah kendisine Plevne’yi terk etmemesi, orada direnmeye devam etmesi emrini vermişti. Bu nedenle Osman Paşa Plevne’de müdafaada kaldı.
Osman Paşa, Ağustos başlarında Vidin’den takviye alarak asker sayısını 40 bine çıkardı ve mevzilerini güçlendirdi. Ruslar yaptıkları yanlışlıkları gözden geçirdiler ve Plevne önündeki kuvvetlerini 100 bine çıkardılar. 50 bin Romen askeri de Rusların yanında yer aldı.
Ruslar, 22 Ağustosta Plevneye yardım sağlayan bölgeleri ele geçirdiler ve Plevne’yi muhasara altına aldılar 29-31 Ağustosta yaptıkları saldırılarda Osman Paşa Ruslara 22 bin kayıp verdirdi. Ruslar, bu saldırılardan sonra Plevne’yi savaşarak ele geçiremeyeceklerini anlayarak kuşatmayı daralttılar ve Plevne’nin teslim olmasını beklediler. Bu kuşatma 2 ay sürdü.
Osman Paşa yardım alamadı. Kasım ayının sonlarında Süleyman Paşa’nın Ziştovi önlerinde yenilgiye uğradığı haberini alınca kalan son umutla kuşatmayı yarmaya çalıştı. 27 Kasım 1877 tarihinde yaptığı çıkış harekâtında yaralandı ve 32 bin askeri 80 parça top ile 10 Aralıkta Rus generaline teslim oldu. Savaşın kaderi bu tarihte belli olmuştu.
Ruslar kış şartlarına bakmadan saldırıya geçtiler.
Başkomutan Süleyman Paşa Kale-i Erbaa bölgesini boşalttı. Sofya ve Filibe arasında Rusların ilerleyişini durdurmaya çalıştı. Edirne’de bir savunma hattı kurma fikrini saraya kabul ettiremedi. 4 Ocak 1878 de görevden alındı yerine Rauf Paşa getirildi.
Edirne kalesi ise tek kurşun atmadan 20 Ocak 1878 de teslim oldu. Osmanlı ordusu bu kere Çatalca hattında direnmeye çalıştı.
Padişah Sancak-ı Şerifi çıkararak halkı direnmeye çağırdı. Padişah savaşın saraydan yönetilemeyeceğini öğrendi ama artık çok geçti.
Rus orduları Yeşilköy’e dayandılar. Rus ordularının İstanbul’a girmesine İngilizler mâni oldular. İngiliz komutan yönetimindeki Tuna donanması sanki bu yenilgiye çanak tutmuştu. Ama Ruslar da doğrusu bu kadarını beklemiyorlardı. İngilizler, Osmanlı Devleti’nin bu kadar kısa zamanda bu kadar ağır bir yenilgi yaşayacağını düşünememişlerdi galiba. Donanmalarını Dolmabahçe önüne demirleyerek Rusların İstanbul’a girmesini önlediler.
İstanbul, Rus işgalinden İngilizlerin himayesine girerek kurtulabilmişti. Bu haysiyetsiz durum, daha önce hiçbir Osmanlı padişahının başına gelmemişti.
*Doğu cephesi: Bu cephede sınır 1829 Edirne Anlaşmasına göre çizilmişti. Güney Kafkasya Rusların kontrolüne girmişti. Başlangıçta Rusların bu cephede 400 top ve 90 bin kişilik ordusu vardı. İhtiyaca göre 40 bin süvari olmak üzere 60 bin asker ile takviye olunacaktı. Osmanlı kuvvetleri ise 30 bin muntazam 40 bin milis asker olmak üzere 70 bin asker ve 150 topa sahipti.
Denizde; Rus torpido botlarının saldırıları pek etkili olmadı. Rusların elindeki Sohumkale bombalandı. Batum’da küçük çapta çarpışmalar oldu ama asıl mücadele karada yapıldı. Ruslar birkaç yerden aynı anda saldırıya geçti.
Yahniler savaşında durduruldu. Ama sonra takviye alıp yeniden saldırdı. 23 Mayısta Kars kalesi kuşatıldı.
Komutan Melikof, Erzurum’a yöneldi ama durduruldu. 15 Ekimdeki başarısız karşı hücumdan sonra Osmanlı komutanı Ahmet Muhtar Paşa, geri çekildi ve Erzurum tabyalarını tahkim ettirdi. Bir kısım kuvvetlerini Rumeli’ye göndermiş olduğundan biraz zayıflamıştı. Karşılıklı muharebeler sonunda Rus ordusu Deveboynu mevzilerine dayandı. Erzurumlu gençler ordunun yardımına koştular.
Ancak, Erzurum artık tabyalardan müdafaa olunacaktı.
8 Kasım 1877 günü Aziziye tabyaları Ermeni militanların yol göstermesi ve yardımı ile bir gece baskını sonucunda Rusların eline geçti. Bu durumu duyan Erzurum halkı, tabyaların yardımına koştu. Nene Hatun Rus komutanını öldürdü.
Kanlı çarpışmalardan sonra Ruslar tabyalardan çıkarıldılar. Aziziye tabyalarında sergilenen bu müdafaa, Plevne müdafaası gibi vatan sathında büyük heyecan yarattı. Rus askerleri Deveboynu mevzilerine geri çekilmek zorunda kaldı. Topdağı ve Uzun Ahmet muharebeleri sonucu değiştirmedi. Kars kalesi çok güçlüydü, düşmezdi. Ama yapılan ihanetler sonucu teslim edilirken, bu cephede 20 bin civarında asker esir düştü. Batıda ise Plevne düşmüştü.
Ruslar kısa süre içinde Edirne’ye gelince Osmanlı Padişahı barış istedi.
Geçici barış yapıldı.
Rus orduları o kışı Erzurum’da geçirdiler. Savaş, başlayışından 11 ay sonra 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Yeşilköy (Ayastafanos) anlaşması ile sona erdi.
Osmanlı Devleti şartsız teslim olmuştu.
Antlaşmanın şartları çok ağırdı.
*Yeşilköy (Ayastafanos) anlaşması: Osmanlı tarihinde böyle bir haysiyetsizlik yaşanmamıştı.
Bu durumun başta gelen sorumlusu, sözde Ulu Hakan Abdülhamit’ten başkası değildi.
Bunlar yetmiyormuş gibi padişah, Beylerbeyi Sarayında Ruslara bir yemek vererek anlaşmayı kutlamış ve bu yemeğe katılma basiretsizliğini de sergilemişti.
Ruslar ne yaptılar? Diye sorarsanız.
Bugün Şipka geçidinde bulunan anıtın benzerini Yeşilköy Meydanına diktiler.
Milletin onurunu zedeleyen bu anıt nedense Sultan Abdülhamit’i hiç rahatsız etmedi.
Anıt, İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidarında 14 Kasım 1914 te patlatılarak yıktırıldı ve bu şerefsizliğe son verildi.
*Berlin anlaşması: Rusların çok lehine olduğu için Avrupa Devletleri konuya müdahale ettiler ve bu anlaşmayı tadil ederek 13 Temmuz 1878 de Berlin Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmaya göre;
•Karadağ, Sırbistan ve Romanya tam bağımsız oldular. Bulgaristan 3 bölüme ayrıldı. Kuzey Bulgaristan, Osmanlı’ya vergi verir bir prenslik haline getirildi. Doğu Rumeli bölgesine muhtariyet verildi. Makedonya bölgesi Osmanlı’da kaldı.
•Bosna-Hersek Osmanlı’da kaldı ancak yönetimi Avusturya’ya verildi
•Teselya’nın Yunanistan’a ait olduğu kabul olundu.
•Kars, Ardahan ve Batum Ruslara verildi.
•Ermenilerin oturdukları yerlerde ıslahat yapılmasına karar verildi. ( 61. Madde)
•Ruslara 60 milyon lira savaş tazminatı ödenecekti.
Berlin Anlaşması devletin düştüğü feci durumun bir özeti idi. Ermeni meselesi bu anlaşmayla siyasi hüviyet kazandı ve o günden bugüne gündemden hiç düşmedi.
*Kaybedilenler: Siyasi tarihçiler toprak ve ekonomik kayıplarını yazar, insan kayıpları ile ilgilenmezler.
Bugüne kadar bu savaş ve sonrası Balkan savaşlarında hayatını kaybeden Müslümanlar hakkında toplum yeterince aydınlatılmamıştır.
Eldeki bilgiler, kesin bilgi olmadığı için gerçek insan kayıpları bilinmez. Kayıplar tahminidir. Ancak bu rakamlar bile yaşanan facianın, uygulanan katliam ve vahşetin büyüklüğünü anlatmaya yeterlidir.
Farkına varılması gereken, ancak yeterince fark edilemeyen gerçek şudur: Hıristiyan Avrupa, Osmanlı’ya duyduğu 500 yıllık kininin intikamını bu savaş ve sonrasında; Rus ve Bulgar barbarlığı ile masum Müslüman halktan çıkarmıştır. Bu katliamlara seyirci kalmıştır. Diğer bir ifade ile Osmanlı saltanatının bütün faturasını bu masum insanlar ödemişlerdir.
•Askeri kayıplar: Bu savaşta her iki tarafın asker kaybı 100 bin kişinin üzerindedir.
•Esir olanlar ve akıbetleri hakkında kesin bilgi yoktur. Plevne’de esir düşen 2500 subay 43430 er toplam 46 bin askerin akıbeti ne oldu? 4000 ağır yaralısı olan bu esirlere büyük eziyet edilmiş, aç, susuz ve çıplak bırakılmış, bu nedenlerle bunların 1/3 ü Plevne’de hayatını kaybetmişti. Rusya’ya esir olarak gidenlerden 2500 esir Niğbolu’ya varmadan yolda hayatını kaybetmiş, cesetleri vahşi hayvanlara terk edilmişti. Bu esirlerin kaçı vatana geri dönebilmiştir? Bilinmemektedir.
•Romanya yönetimine bırakılan, 10 bin civarındaki esire, Romenler iyi muamele etmişler bunlardan 6000 kadarı yurda dönebilmiştir.
•Kafkasya’da kaç asker esir düşmüştür ve bu esirlerin akıbeti ne olmuştur? Bilinmemektedir
•Sivil kayıplar: Bulgarlar ve Ruslar tarafından Balkanlarda köyleri yakılan, yıkılan, tecavüz edilen, öldürülen nüfus sayısı yaklaşık 500 bin kişidir.
Sultanın yakın dostu olan İngiliz Büyükelçisi Layard’a göre Rusların önünden kaçan 150 bin Müslüman, Sofya- Pazarcık bölgesinde sefalet, hastalık ve açlıktan hayatını kaybetmiştir.
1878 Ocak ayında Meriç kıyısında 40 binden fazla göçmen, Ruslar tarafından katledilmiştir.
Ermeniler ve Ruslar tarafından Doğu Anadolu’da katledilen nüfus bilinmemektedir.
Tahmini kayıp,150-300 bin civarındadır.
•Balkanlarda daha emin bölgelere hicret edenlerin sayısı 1,1 milyon civarındadır. İstanbul’a sığınan 400 bin göçmen şehirde beslenme, barınma ve hastalık gibi sorunları olağanüstü düzeyde artırmıştır.
Bu göçmenler Anadolu’da iskân olunmuşlardır.
•Kafkaslardan hicret edenlerin sayısı da, bilinmemektedir. Tahmini 400 bin civarındadır.
•Yöneticilerin ve askerlerin basiretsizlikleri, beceriksizlikleri ve yaptıkları yanlışlar sonucunda kaybedilen bu savaşın bütün ceremesini hayatını kaybeden ve evinden barkından sökülüp atılan bu insanlar çekmişlerdir.
•ABD’li tarihçi Justin Mac Carty “1821-1922 yılları arasında katledilen Müslüman sayısı 4.5 milyondur. Gerçek soykırım budur.” Diyerek, Müslüman halkın yaşadığı zulme dikkat çekerek ve yaşanan bu zulme vicdanen isyan ediyor.
1877-78 Osmanlı Rus savaşında Plevne başta olmak üzere Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da yaşama veda eden bu masum insanların hayatlarının kaybına neden olan başta padişah olmak üzere bütün yöneticilerin vicdanları acaba ne kadar sızladı? Yoksa bu sorumlular kendilerini kader kavramı ile mi teselli ettiler?
Bu gerçekler karşısında, yaşanan bu fecaatin başlıca sorumlusu olan padişahı hâlâ Ulu Hakan olarak parlatmaya devam edenlere sözüm şudur? Biliniz ki aklınız da vicdanınız da ölmüş. Ama, farkında değilsiniz.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” ilkelerine göre kurulan devlet ne hale gelmiş! İbrettir.
*Sorumlular: Osmanlı Devletinin bu buhranlı yıllarında yaşanan yenilgilerin sebeplerinden biri padişahın savaşı saraydan yönetmesi, diğeri komutanlar arasındaki uyumsuzluklar ve çekişmelerdi. Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde kazanılan Kosova, Niğbolu, Varna Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye, ve Mohaç savaşlarında padişahlar savaş meydanlarında idiler. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, kuşatmayı bizzat yönetmiş, hayatını çıktığı bir sefer başlangıcında kaybetmişti. Muhteşem Süleyman da Zigetvar önlerinde yaşama veda etmişti.
Savaşlar daima savaş meydanlarında yönetilirse kazanılır. Saraydan, yanlış ve gecikmiş bilgilerle yönetilmeye kalkılırsa yenilgi kaçınılmaz olur.
Bu savaşta Rus Çarı cephede idi. Kazandı.
Osmanlı Padişahı ise sarayda idi. Kaybetti.
Komutanlara gelince; 93 harbine damga vuran üç komutan vardı. Plevne kahramanı Osman Paşa, Aziziye kahramanı Ahmet Muhtar Paşa ve Şipka kahramanı Süleyman Paşa. İlk ikisi padişah tarafından Gazi unvanı verilerek ödüllendirildiler. Üçüncüsü ise yenilginin sorumlusu olarak mahkûm edildi.
Osman Paşa padişahın yakınında Mabeyin Müşiri görevinde bulundu. Darbeci değildi. Padişah ona güvenirdi ama kuşkuluydu, ondan çekinirdi. Bu nedenle onu daima yakınında ve kontrolünde bulundurdu. Padişahı bazı konularda tenkit etti ama yeterince uyaramadı. Kazandığı unvanla daha etkin işler yapabilir ve devletin çöküşünü önleyebilirdi. Ve mesela; Rus Çarının kendisine gösterdiği teveccühten yararlanarak, Plevne esirlerini kurtarmak için bir şeyler yapması gerekmez miydi?
Ahmet Muhtar Paşa 17 Ocak 1878 de Çatalca müstahkem mevki komutanlığına getirildi. Osmanlı kuvvetlerinin mevzilenmesi konusunda padişah ile ters düştü, bu görevden alındı ve Erkan-ı Harbiye Umumiye Reisliğine getirildi. Sonra Manastır valiliğine atandı. Daha sonra padişah onu İstanbul’dan uzak tuttu. Mısır fevkalade komiserliğine tayin edildi. Uzun yıllar Mısır’da kaldı.1908 yılında Meşrutiyet’in ilanı ile İstanbul’a geri döndü, Abdülhamit onu ayan meclisine seçti. Sonra bütün görevlerinden azledildi.
Sultan Mehmet Reşat’ın padişah olmasında rol oynadı.
21 Temmuz 1912 de sadrazam oldu. Uşi anlaşmasını imzalayarak Libya savaşını bitirdi.
1913 Balkan savaşı yenilgisini önleyemedi.
Abdülhamit’le geçinemedi. Padişah eğer bu komutanı iyi değerlendirebilse idi ordu ıslah edilir ve Balkan savaşlarındaki bozgun yaşanmazdı.
Süleyman Hüsnü Paşa, eğitimci bir askerdi. Askeri okullar açtırmış, bu okulların müfredatını belirlemişti. Yenilikçi idi. Orduda hizmet görmeyen ama kendisini daima padişaha kötüleyen saray paşaları ile hep mücadele etti. 21 Eylül 1877 de Başkomutanlığa getirildi. Birkaç zafer kazandı ise de genel yenilgiyi önleyemedi. Savaş bitmeden görevden alındı. Daha sonra yenilginin sorumlusu olarak yargılandı.
Kimse 11 ay süren bir savaşta 3 defa başkomutan değiştirilir mi? diye sormadı. Bir suçlu arandı. Mahkeme onu idama mahkûm etti.
Sonra padişah tarafından affa uğradı.
Sultan Abdülaziz’in devrilmesinde rol oynadığı için padişahın güvenmediği komutanlardan biriydi, Biat eden ama hiçbir hizmet etmeyenler kazandılar, padişaha biat etmeyen ama vatanı için çalışan kişiler kaybettiler. Devlet, ehil olmayan liyakatsiz kişilerin elinde kaldı. Bu yaklaşım, Osmanlı Devletinin yıkılmasına sebep oldu.
Şimdi biraz biat kültürü konusunda kafa yoralım.
Biat kültürü nereden çıkmıştır?
Osmanlı bir din devletidir. Şeriat hukuku hakimdir. Devlet başkanı olan padişah toplumu ilgilendiren her konuda keyfi davranamaz. Şeyhülislamdan fetva almak zorundadır.
Şeyhülislam bağımsızdır. Bu nedenle Divanda yer almaz. Bu yetki gücünü Kuran ulülemr diye isimlendirir.
Bu güçte öncelik alimlerindir. Siyasi erk ise, adaleti sağlayan ilim gücünden sonra gelir. Kuruluşunda bu sistem çok iyi işledi ve Osmanlı adil davrandığı için devamlı yükseldi. Sonraları bu sistem gevşedi, şeyhülislamların sözü dinlenmez oldu ve onların bağımsızlığı kalmadı. Yetki, alimlerden siyasilerin eline geçti.
Kuran’ı Kerim Nisa suresi 59. ayette Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor. “Ey iman edenler. Allah’a(cc) itaat edin. Peygambere itaat edin sizden olan ülül emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah’a (cc) ve peygamberine gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a (cc) ve peygambere götürün. Bu elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır. Hem de en güzeldir.”
Bu emir; sizden olmayan, yani meşru olmayan emirlere itaat edilmeyeceğini de ortaya koymaktadır. Ayetin bu kadar açık mesajına rağmen Osmanlı padişahlarına verilen yetkilerin Kuran hükümlerine aykırı olduğu açıktır.
Hal böyle iken Meşrutiyetin ilanı için hazırlanan Anayasanın 5. maddesinde “Padişahın şahsı kutsal ve sorumsuzdur.” hükmünün yer almış olması İslam hükümlerine tamamen aykırıdır.
Hele bu maddenin Mithat Paşa tarafından kaleme alınmış olmasını anlamak mümkün değildir.
Çünkü; İslam’da Tanrı lütfetmedikçe hiç kimse ve hiçbir yer kutsal sayılamaz. İnsanların birilerine kutsallık atfetmeleri gerçek İslam’a göre mümkün değildir.
Dini sapkınlıktır. Ama İslam’ın bu temel mesajı, tarih boyunca çoğu kez çiğnenmiş, gücü elinde bulunduranlar kendilerine kutsallık sağlayarak onun korumasına girmeyi yeğlemişlerdir.
Peki, padişahlara yakıştırılan bu kutsallık, Osmanlı yönetimine nasıl hâkim olmuştur?
Anadolu, tarikat kültürüne sahip abdallar ve dervişler eliyle Türklere ve İslam’a vatan olarak kazandırıldı.
İslam için çok önemli olan tarikat kültürü neydi?
Biraz değinmek istiyorum.
Tarikat, yollar demektir. Şeriat ile temel İslam bilgilerini alan kişilerin Tanrıya yakınlaşmak için yapacakları nafile ibadetlerin yöntemi, tarikatlarla belirlenir.
Tarikata katılan kimse, o tarikatın benimsediği yöntemleri uygulayarak arınmaya ve Tanrıya yaklaşmaya çalışır.
Burada tarikat şeyhi ile bu şeyhe bağlı olan kişi arasındaki ilişki çok önemlidir. Şeyhin önerdiği nafile ibadetler yapılır.
Ama şeyh kutsal değildir. Ondan bir şey beklenmez.
Kul sadece Tanrıdan ister. Çünkü insan sadece Tanrının kuludur.
İslam; kulluk görevinin sadece ve sadece Tanrıya yapılacağını söyler ve inananlara daima
“Emr olunduğun gibi dosdoğru ol.” emrini verir.
Eğer tarikata bağlı kişi, tarikat şeyhini kutsal sayıp ondan bir şey isterse, onun kulu olursa; bu Tanrı’ya ortak koşma anlamına gelir ki buna İslam’da en büyük günah olan şirk denir.
Şirk, Tanrının asla affetmeyeceği bir günahtır.
Kuran’da şirk için olarak puta tapma eylemini örnek olarak gösterir.
Bu kesin kurala rağmen zamanla insanlar bu kuraldan uzaklaştılar. Tarikat kültüründen gelen bağlılıkla şeyhler kutsal sayıldılar. Onların emrinden çıkılmaz oldu. “Şeyh uçmaz ama mürit uçurur.” Sözü bu durumu izah etmektedir.
Oysa; 18.yy da yaşayan Mutasavvıf İbrahim Hakkı Hazretleri, tarikatın çok tehlikeli olduğunu, bu yollardan sadece bir yolun, Fırkayı Naciye yolunun gerçek İslami yol olduğunu yazmaktaydı.
İnsanoğlu neden Tanrısını bırakıp kula kul olur?
Birinci sebep maddi rızık meselesidir. Tanrı’nın “Rızkı ancak ben veririm” beyanı iman eden gönüllere yeterince girmemişse insanoğlu rızkı başkalarından aramaya başlar. Eğilir, bükülür ve kula kul olur.
İkinci sebep cehennem korkusudur. Bu korkudan kurtulmak için yine insanoğlu Tanrısına sığınacağına, kendisine cennet vaat edenlerin tuzağına düşer ve bu vaadi yapan kişilere kul-köle olur.
İnsanoğlu, gerçekten inandığı Tanrı’ya kul olsa, kesinlikle insana kul olmaz. Bu olgu Müslüman’ın özellikle aklını kullanmayanların temel hastalığıdır.
İşte bu olgu yani şeyhe yakıştırılan kutsallıkla ortaya çıkan kula kul olma olgusu, zamanla tarikat dışındaki halka yayıldı ve İslam’i anlayışı kökünden zehirledi.
Kendisini Müslüman sayan bu toplum maddi kaygı ve gelecek korkusu nedenleriyle doğruluktan kolayca sapabilen bir yapıya dönüştü.
Toplum yanlış inançların peşinden sürüklendi. Bu akıma kapılan kişiler farkına varmadan kendi İslam inançlarını zedelediler hatta önemli ölçüde kaybettiler. Böyle bir toplumun başındaki kişinin de kendini kutsal kabul ettirmesi pek doğaldı.
Halife Abdülhamit kutsaldı ve tartışılamazdı.
Kimse halife sultana karşı çıkamazdı.
Bu mikrop yani kula kul olma mikrobu Osmanlıya ne zaman bulaştı? Bilmiyorum.
Yenilgiler başladıktan sonra olabilir.
Çünkü; Osmanlının kuruluşunda bu hastalık yoktu.
Padişaha saygı göstermek başka onun emrine körü körüne uymak başkaydı. Dinleyen kim. Zamanla topluma hâkim olan bu anlayış, Osmanlının sonunu hazırladı. Cumhuriyet’in 100. yılına yaklaştığımız şu günlerde; Sultan Abdülhamit zamanında yaşananların benzerlerini, akıl dışı olayları yeniden yaşıyoruz.
Bugün yaşananlara bakarsak hiç tarihten ibret alıyor muyuz?
*Sultan II. Abdülhamit zamanında kaybedilen topraklar:
1877-78 Osmanlı- Rus savaşında Balkanlar ve Doğu Anadolu bölgesinde 214 bin km2 büyüklüğünde toprak kaybedildi. Savaş sonrası devletin düştüğü çaresizlik nedeniyle sonradan kaybedilen yerler ise şunlardı.
•1878 yılında Kıbrıs adası, İngiltere
•1881 yılında Tunus. Fransa
•1882 yılında Mısır. İngiltere
•1885 yılında Doğu Rumeli bölgesi Bulgarlar
•1897 yılında. Girit adası Yunanistan
•1908 yılında Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal
ve ilhak edildi,
•1908 yılında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti.
Sultan II. Abdülhamit’in 33 yıllık saltanatı zamanında kaybedilen toprak büyüklüğü 1.6 milyon km2 ye ulaştı. Yani bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı.
Her yıl yaklaşık 50 bin km2 büyüklüğündeki vatan toprağı tek kurşun atılmadan kaybedildi.
Kaybedilen topraklardan sadece Girit konusunda 1897 yılında Yunanistan ile savaşılmış, savaş kazanılmış ama dahiyane(!) bir siyaset yürütülerek Girit kaybedilmiştir.
Girit’te yaşayan 200 bin civarındaki Müslüman, 1864 de başlayan göçlerle Anadolu’ya sığınmışlardır.
Diğer devletlerin yaptığı işgaller ise; sadece cılız protestolarla geçiştirildi. Ülke uzun bir süre savaşmadığı için halk, bilhassa köylü; padişahtan çok memnundu. Ama halkın büyük kesimi kaybedilen bu yerlerin farkında bile değildi.
Sıra Arabistan’a gelmişti. Burada 18. yy da başlayan Vehhabilik ve 19. yy başlarındaki Suud isyanları Mısır valisi tarafından bastırıldı, ancak ayrılık tohumlarını ekilmişti.
Bu toprakların ayrılığı 1. Dünya Savaşında gerçekleşecekti.
*Sultan II. Abdülhamit’in sadrazamları: 33 yıllık saltanat döneminde 18 ayrı sadrazamla çalışmıştır. Bu sadrazamlardan M. Sait Paşa 7 defa, M. Kamil Paşa 3 defa, M.Rüştü Paşa ve A.Vefik Paşa 2 defa sadrazamlık yapmışlardır.
Küçük Sait Paşa olarak anılan ve Abdülhamit’ten sonra da 2 defa daha sadrazamlık yaparak Osmanlı tarihinde bir rekora sahip olan 1838 Erzurum doğumlu Sait Paşa; Abdülhamit’i en iyi tanıyan kişidir.
Yazdığı Hatıralar adlı kitabında 1876- 1908 yılları arasını belge ve şekilleri ile en açık bir şekilde anlatmıştır.
Bu anılardan Sultan Abdülhamit’in ne derece kompleksli, vehimli, vesveseli olduğu anlaşılmaktadır.
Padişah, hiç samimi değildir.
III. Napolyon'u, Bonapart ile karıştıracak Meksika İmparatoru Maksimilyan’ı Brezilya kralı sayacak kadar cahildir.
Kendisi ile konuşulurken sultanın yüzüne bakılmaz.
Sadece dinler ve cevap vermez. İnsan kendini duvara konuşuyormuş gibi hisseder. Yakınındakilerin özel hayatı kalmamıştır. Saraydaki herkes esir hayatı yaşarlar. Kabine de çok sayıda Ermeni ve Rum bakana görev vermiştir.
Sultan II. Abdülhamit ile ilgili bu kadar geniş bilgi vermemin sebebi, bugün Türkiye’yi meşgul eden bütün sorunların kaynağının O’nun yönettiği dönemden günümüze intikal etmiş olmasındandır.
Bunların başında Ermeni ve Kürt sorunları ile Yahudi iskânı gelmektedir.