Uzaklar
Bugünlerde herkes gitmek istiyor diyor, Can Yücel;
Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...
Hayatından memnun olan yok, kiminle konuşsam aynı şey diyor;
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle 'yanına almak istediği ‘ üç şey’ falan yok, bir kendisi.
Bu yeter zaten;
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan, ama olmuyor.
Böyle gidiyoruz işte;
Bir yanımız 'kalk gidelim', öbür yanımız 'otur' diyor.
'Otur' diyen kazanıyor, o yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık
Alışkanlığın verdiği rahatlık, monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sabah 9, akşam 18…
Sonra başka mecburiyetler, sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli, bu kadar ağır olmamalı…
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
İnsan hayatındaki uzun yolculuğun kısa tarihidir, uzaklar.
Yeniden uyanmaktır hayata, bir başka şehirde, kaybolduğunu sandığın düşlerine kavuşmaktır günesin avucundaki bir başka ülkede.
Daha farklı hissetmektir saçlarını okşayan rüzgarı, bir başka çekmektir içine, kaç kişinin noktadan muaf, kırık dökük ünlemlerini taşıyan havasını…
Bildiği şehirlerden bilmediği şehirlere, bildik yüzlerden tanımadık yüzlere sığınmayı düşleyen kaç kişi vardır etrafta.
Alıp başımı gitmek istiyorum cümlesi, kaç kişinin dolaşmıştır dimağında, kaç kişi gerçekleştirebilmiştir bunu hayatında.
Ve arkasına bakmadan gitmeyi başaranlar, ‘başlarını’ da yanına götürmüşler midir acaba?
Uzaklara gitmek…
Elinde renkli kalemlerle gideceğin yerleri işaretlemek.
Yalnızlığın sesini, içinde kaybolacağın kalabalıkların müziklerine yüklemek.
Bazen bir dikiz aynasında, bazen uçağın sonsuz kanatlarında keşfetmek kendinden başka her şeyi.
Herkes bir şekilde hayal etmiştir bunu;
Hayat tam gaz devam ederken olduğu gibi bırakmak usulca yere ve gitmek kendinin bile henüz bilmediği mevsimsiz ülkelere.
Bazen ismini, kimliğini bazen de tamamen kendini terk edip olmadığın ama olmak istediğin kişi olacağın yerlere. Ama içindeki deniz susturur insanları.
Yüreğinin sahillerini döven dalgalar ya da yolda karşılaşacağı fırtınalar korkutur onları.
Onlar, kurgulanmış yaşamın kaybedecek çok şeyi olduğunu sanan aslında kaybedecek bir şeyi olmayan zoraki yaşam canlıları, mecburi nefes insanlarıdır.
Ayağına bağlı prangalarla toplumun beklentilerini karşılamakla yükümlü, başkalarının düşüncelerine güdümlü şartlı koşullandırılmış insan görünümlü robotlardır, o kadar.
Sağırdırlar;
Çığlık çığlığa bağıran iç seslerini duyamazlar.
Dinledikleri tek şey mantıklarıdır, çünkü onlara göre kalp sadece kan pompalar.
Hayat bazen sert frenler yaptırır insanlara, başını çarptırır cama ya da hızlıca yapıştırır oturduğu koltuğa.
Bazen torpidodaki, yanlış katlanmış haritalar gibi hissettirir insana.
Büyümeyle birlikte gelip tene yapışan kariyer sancıları vardır artık, yetişkin olmuş hayatlarda.
Taksitler, mesailer, işi büyütmeler, beyinde şekillenen bitmek bilmez krokiler.
Hep yapılması gereken bir iş, sorumluluk dolaşır yaşamın tortuları arasında.
Hep ‘daha sonra’ diye ertelen düşler, gidilmek istenen yerler, uzak ülkeler süsler, kısacık zamana sığdırılmış insan hayallerini.
Ertelenmesi gereken hep hayallerdir, yapılması gereken ise işler, görevler.
Hayalleri gerçekleştirmek için yapılan ama hayalleri yok eden rutinler.
İşte o zaman bir yumru yerleşir boğazına, bir ağırlık çöker kalbin tam ortasına.
Dank eder, geçip giden zaman bir anda.
Ve sessiz bir hıçkırıkla şu sözler dökülür dudağından; ‘Ben kimin uzağıyım’…
Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan için gidilecek yer ne kadar uzak olabilir.
Yıldızlar kadar mı, yoksa bir ihtiyarın gençliği kadar mı?
Bizim uzağımız, başkasının yakını değil mi?
Ayrıca ne kadar uzak?
Eninde sonunda başladığın yere dönersin, çünkü dünya yuvarlak…
Her uzaklık, geri dönmek için aslında. Ağlamak gelir bazen içinden, binerken trene, arabaya, uçağa.
Ya da bir iki damla yaş düşer yanaklarına, yolcu ederken gideni uzaklara.
Oysa gözleri ağlatan uzaklıklar değildir kimi zaman, göze alınmayan yakınlıklardır aslında.
İşte o zaman elinden geleni yapmışsan eğer, sıra ayağından geleni yapmakta; Gitmek gibi mesela…
En büyük uzaklık, insanın kendine olan uzaklığıdır, dokunamadığı hisleri, kurmaya dahi korktuğu hayalleriyle. Kendine yaklaşmanın, kendini bilmenin huzurunu reddedip kendini cezalandırmaktır uzaklık.
O uzaklık hiç bitmez. Filozof; ‘Hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın’ dese de kamyon arkalarında ‘Ömür biter, yol bitmez’ yazar.
Dünyanın en gidilesi memleketlerinin oluşturduğu cumhuriyettir, Uzaklar.
Rüyalara düşen aynalar oradan gelir. Gayri safi ruhi geliri en yüksek, en yaşanılası yerdir hep orası.
Gidildikçe de, gidilmedikçe de güzelleşen, gelişen topraklardır ve hayallerin nüfus kütüğü oraya kayıtlıdır.
Ben gidiyorum…
Bilmeden yürüyeceğim yeni caddelere, içinde kaybolacağım ara sokaklara, suretinde kendimi dahi unutacağım yeni suratlara, başka rüzgarlara gidiyorum.
Yeni anılar toplamaya, başka rüzgarlarla konuşmaya, başka bir zaman dilimine, okyanus ötesine.
Az bir zaman kaldı; çıldırmış martılar gibi havalanıyor uçak sürüleri, bulutları yakıyor, ütülerken gökyüzünü çift motorlu kanatlar.
Şimdi gitmek zamanı;
Yeni yerlere, yeni kişilere, gerçekleşecek düşlere.
Ve uzaklar, yakın olan dek tekrar bize;
Şimdilik görüşmek üzere…
Cansen ERDOĞAN